Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Yargının Rolü
Şiddet olaylarının sürekli artış gösterdiği ve en kötüsü de olağan bir durum haline geldiği şu günlerde, yargının etik açıdan somut olaylara yaklaşımı ise kamunun vermiş olduğu tepkilerden de açıkça anlaşılacağı üzere yetersiz görülmektedir. Bunun yanı sıra insanın doğuştan şiddete meyilinin bulunup bulunmadığı da birçok araştırmacı tarafından ele alınmıştır. Ulaşılabilecek sonuç açısından önem taşıyan bu noktaya göre; şiddet eğer “doğuştan insanın içinde var olan” bir olgu ise sona erdirilemez ama azaltılabilir. Fakat şiddet, “sonradan öğrenilen” bir olgu ise kökü tamamen kurutulabilir. Çözüm için yargının rolü oldukça önemlidir. Ancak ülkemizde yargının özellikle aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddet açısından vermiş olduğu kararlar durumu daha da çözümsüz hale getirmektedir. Aile içi şiddet konusunda tatmin etmeyen kararların varlığının en önemli nedeni; toplumun, aile içinde gerçekleşen şiddet olaylarına karşı sessiz kalmak gerektiği yönündeki inanışıdır. Toplumumuzda “aile içinde gerçekleşen olaylar aile bireylerini ilgilendirir” inanışı bir toplumsal bir norm haline gelmiştir. Benzer bir durum kadına yönelik şiddet için de söz konusudur. Yargı mensuplarımızın toplumsal ahlaktan etkilenmemelerini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Fakat burada önemli olan nokta, etik ve ahlak olgularının birbirlerinden ayrı olduğunun farkında olmaktır. Etik ve ahlak birbiriyle yakından ilişkili iki kavram olmakla birlikte farklı kavramlardır. Etik, felsefenin ilk dört temel alanından biridir. Etik bu nedenle bir bilgi alanıdır. Ahlak ise yaşamış olduğumuz toplumdaki buyruklardan ve yasaklardan oluşmuş bir olgudur. Bu nedenle, zaman içerisinde ve bulunduğu topluma göre değişikliklere uğrayabilir. Yani ahlak, her zaman bir topluma bağlı olmaya mahkumdur. Ahlaki normlar etik bilgiyle sorgulanabilir. Etiği bir bilgi alanı olarak görmek için etik ve ahlak olgularının birbirlerinden farklı olduğunun bilinmesi gerekir. Çözüme ancak bu şekilde ulaşılabilir.
-
Etik ve Yargı Etiği
Etik, çok eski dönemlerden beri insan denilen varlığın üzerinde düşündüğü bir kavramdır ve çeşitli yaklaşımlarla ele alındığı bilinmektedir. Etiğin, felsefenin son yirmi yılda yeniden yaygınlaşan; insan ve değer felsefesi ile ilişkili bir bilgi alanı olduğu kabul edilmektedir.
Küreselleşmenin artması ile yalnızca insan davranışları bakımından değil, toplumlar, kurumlar, meslek örgütleri bakımından da etik tartışması önem kazanmıştır. Günümüz dünyasında bilim ve teknolojinin gelişmesi ve beraberinde kişisel veya siyasal çıkarlar, insanlığı birtakım sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Bu sorunlar karşısında ortak norm oluşturma arayışı etik felsefesini yeniden gündeme getirmiş ve özellikle meslek etiklerinin ortaya çıkmasına hız kazandırmıştır. Zira, etik davranış kuralları ile yasalar arasında yakın bir ilişki olduğu kabul edilmektedir. Yasaların düzenlemekte yetersiz kaldığı hallerde etik davranış kuralları, insanlara nasıl davranmaları gerektiği yönünde kurallar koymakta ve kuralların uygulanırlığını pekiştirmektedir. Ne var ki, insanları yazılı normlara uygun davranmaya zorlayan müeyyideler varken, etik eylemde bulunmamanın somut bir yaptırımı yoktur. Bu noktada, etik felsefesinin öğrenilmesinin ve insanın öz benliğinde sindirilmesinin önemi ortaya çıkmaktadır.
Toplumsal yaşamı düzenleyen çeşitli kurallar olduğu bilinmektedir. Ancak özellikle hukuk kurallarının, yaptırım gücü sayesinde önemli bir fonksiyonu olduğu kabul edilir. Bu bağlamda, yargılamanın önemi vurgulanmalıdır. Hukuk devletinde, yargılamanın amacı adalete uygun karar vermektir. Yılmaz’ın deyimiyle, “adalet, solunan hava veya içilen temiz su yahut insanın sağlıklı süren yaşamı gibidir.”
Yargı etiği, yargı hizmetlerinin amacına uygun şekilde, nasıl yürütülmesi gerektiğini gösteren meslek etiği olarak tanımlanmaktadır. Hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanlarında yaşanan gelişmeler uluslararası ölçekte ortak yargı etiği çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Bu çalışmalardan en önemlisi Birleşmiş Milletler öncülüğünde hazırlanan Bangalor Yargı Etiği İlkeleri’dir. Bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk, dürüstlük, eşitlik, ehliyet ve liyakat değerleri evrensel yargı etiği ilkeleri olarak kabul edilmiştir. Bunun yanı sıra, iç hukuk düzenimizde de yargı etiği alanında önemli çalışmalar yapılmıştır. Hakimler Savcılar Kurulu da Türk Yargı Etiği Bildirgesi’ni yayınlamıştır. Türkiye Barolar Birliği ve Yargıtay’ın da yargı etiği alanında meslek mensuplarına yol gösteren çalışmaları devam etmektedir.
B.Şiddete Etik Açıdan Bakış
Şiddet, bireyin eylemde sınır tanımıyor oluşunun en uç noktasıdır. Korkunun, bencilliğin, gururun en açık halidir. Şiddet gerçekten de bireyin kendini kelimelerle ifade edemiyor oluşunun, yani insanın en çaresiz halinin resmidir. Toplumumuzda da çeşitli şekillerde ve her gün daha da artarak kendini göstermektedir. Özellikle de aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddet gündemimizden düşmeyen, toplumun neredeyse kültürü haline gelmiş iki şiddet alanıdır.
Şiddet, bir grup araştırmacı tarafından, Albert Bandura tarafından geliştirilen Sosyal Öğrenme Teorisi ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu teoriye göre; şiddete maruz kalan veya şiddete uğrayan insanların ileride şiddet uygulama ihtimali diğerlerine göre daha fazladır. Yani, karşımızda sonu gelmeyen bir şiddet döngüsü bulunmaktadır. Bu döngünün durdurulması veya en azından yavaşlatılması için eğitim ve hukuk iki önemli daldır.
Eğitim, kişinin kendini ifade edebilme yollarını geliştirmesi; hukuk ise olaya caydırıcı bir yön katması sebebiyle oldukça önemlidir. Hukuk açısından olayı ele aldığımızda karşımıza ciddi sorunlar çıkmaktadır. Hakimlerimizin toplum ahlakı temelli bireysel ahlak anlayışlarını hukukun ethosundan ve meslek etiğinden üstün görmeleri ve dahası bu iki değerin anlamı konusunda bir inanca sahip olmamaları, hukuk açısından tatmin edici olmayan kararlar verilmesine neden olmaktadır. Kanımızca bu noktada, yargı mensuplarınca etik felsefesinin insan ve değerler ile olan yakın ilişkisi hatırlanmalı ve ahlak ile etik kavramları arasındaki önemli farkın altı kalınca çizilmelidir.
Aile içi şiddet ve kadına şiddet toplumun ahlak anlayışı açısından şiddetin doğal görüldüğü halleridir. Toplumumuzda aile içinde gerçekleşen olaylara müdahalede bulunmak ayıp karşılanmakta ve hatta “karı koca arasına girilmez” anlayışı çoğu kesim tarafından desteklenmektedir. Kadına yönelik şiddet atasözlerimize “kızını dövmeyen dizini döver” şeklinde yansımaktadır. Kadın, toplumda adeta şiddet görmesi gereken bir varlık olarak görülmektedir. Bu yaklaşımlar dini temel bulduğunda, artık toplumun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir
Bu durumu değiştirmeye çalışan kanuni düzenlemeler ise bu sebeplerden ötürü sürekli veto yemektedir. Hakimlerimiz de bu konuda olaya içinde yaşadıkları toplumun kültürel yaklaşımından bağımsız, tamamen hukukun temel amacı ve kendi meslek etikleri temelli bir yaklaşım sergileyememektedir. Örneğin 23 yaşındaki Şule Çet, Ankara’da bulunan lüks bir plazanın 20. katından düşmüştür. Dava savcı tarafından intihar olarak incelenmeye başlanmıştır ki bu ön kabul hukuki açıdan birçok gecikmeye ve delillerin kaybına sebep olmuştur. Sorgulamalar davanın intihar olarak ele alınmasına yönelik sorular üzerinden ilerlemiştir. Fakat somut olayda, birçok delil ve olayın gerçekleşme şekli, intihar olmadığını açıkça gösterir niteliktedir. Buna karşın, toplum kültürünün kadını dayak yemeden akıllanmayan ve şiddete karşı çıkamayacak kadar zayıf bir varlık olarak görmesi, genç bir kızın tanımadığı bir adamın ofisinde, gece 04.00’te aşağı düşmesini intihar olarak görmesine neden olmuştur. Bu olaya bakan yargı görevlisinin bir kadın (hakim) olduğu düşünülünce olayın cinsiyetçi bir temelinin de bulunmadığı açıkça görülmektedir. Kısacası aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddet toplumsal norm haline gelmiştir. Hukuk bile kimi zaman etik anlayıştan uzak yaklaşımlar sergilemektedir.
-
Çare Nerede Aranmalı?
Yukarıda da ifade edildiği üzere, şiddetin çeşitli görünümleri vardır. Her toplumda kendi ötekilerine karşı ortaya çıkar. İnsanlara, insan olmalarından gelen değerleri göz ardı edilerek, ayırt edici unsurlar üzerinden bakılması; cinsiyet, cinsel eğilim, inanç vb. saiklerle ötekileştirilmesi şiddetin belli başlı sebepleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada Uygur’un altını çizdiği, bakmak ve görmek arasındaki fark önem kazanmaktadır. Karşısındakini sadece insan olarak değerlendiremeyen, bakan ama görmeyen gözler şiddet gibi toplumumuzun kanayan yaralarına çözüm bulmakta yetersiz kalmaktadır. Bilindiği üzere, iç hukuk düzenimizde şiddete karşı çok sayıda yasal düzenleme mevcuttur. Yanı sıra, devletler ve toplumlar arası etkileşimin arttığı günümüzde, şiddetle mücadele kapsamında uluslararası antlaşmalar da bulunmaktadır.
Bütün bu normatif düzenlemelerin varlığı bilinmekle birlikte, adliye kapılarında kadınların yükselen çığlığı neden devam etmektedir? Kesin çözümü yasal düzenlemelerde beklemek, sorunun özünü göz ardı etmek değil midir? Şiddetin farklı kaynakları olduğu gibi mücadelenin de farklı kaynakları olduğu kanaatindeyiz. Ancak, insan hakları olarak ifade edilen evrensel değerlerin de koruyucusu konumunda olan, hüküm verme yetkisini kullanan hakimlerin üstlendikleri misyon bir kez daha ifade edilmelidir. Bu noktada, etik değerlendirmesine gitmek kaçınılmazdır. Zira, yasal düzenlemeleri yegane çözüm olarak kabul edecek olursak; yasaları uygulayan ve adaleti sağlama amacıyla hareket eden hakimlerin kararları neden kamu vicdanında reddedilmekte ve yükselen çığlık dinmemektedir? Demek ki kadının çığlığını duymak ve uğradığı adaletsizliği görmek için haklar alanı dışına çıkmak ve daha geniş bir perspektiften konuya yaklaşmak gerekmektedir.
Bu noktada Kuçuradi’nin altını çizdiği değer ve değer yargıları ayrımını hatırlamak gerekir. Şüphesiz ki adalet sağlayıcı olan yargı mensupları da toplumun bir parçası ve içinden geldiği toplumun değer yargılarının etkisi altındadır. Değer yargıları ise görmeyi engelleyen engellerden biri olarak karşımıza çıkar. Bu noktada yapılacak etik değerlendirmede, değer ve değerler bilgisine dayanmak, görmek için hareket noktası olarak kabul edilmektedir. Zira bilgi olmadan, sadece adaletsizliği giderme çabası kendi başına yeterli olmayacaktır. Bu ayrımı açıklamak amacıyla Kuçuradi, Albert Camus’un Veba romanından şu alıntıyı yapmaktadır: “Dünyadaki kötülük hemen hemen hep, bilmemekten gelir; iyiyi isteme de, aydınlanmamışsa, kötüyü isteme kadar zarar verebilir.” Normatif düzenlemeler doğrultusunda hakkaniyete ulaşma çabası, bu çabanın özünün farkında olunmaması halinde toplumun yarasına çare olmayacaktır.
Uygur’a göre çözüm için önemli olan, dertlinin derdine ortak olmak ve bu bilinçle ilgilenmektir. Yani, şiddetin mağduru kendisiymiş gibi olaya yaklaşmak gerekmektedir. Aksi takdirde istenilen iyiliğin neden istenildiği bilinmeden, amaca varmayan çabalar sarf edilmiş olur. Bunun yanı sıra, daha önce farkını vurguladığımız etik ve ahlak arasındaki ayrım paralelinde yürümek; yargı mensuplarının toplumsal değer yargılarından kendilerini soyutlamalarına ve karşılaştıkları olaylarda gerçek anlamda adaleti sağlamalarında yardımcı olacaktır.
Toplumun değer yargıları, söz konusu yargı kararında da olduğu gibi kimi zaman objektif yorum yapma ve bu doğrultuda adaleti sağlamada en büyük engel olarak karşımıza çıkabilecektir. Ayrıca, yargılamayı yapan hakimin sorumluluklarından biri de kendisiyle hesaplaşmasıdır. Yani, almaması gereken bir karar olduğunu gördüğünde ve bunun kendisinden kaynaklanan belirleyicilerle ilgili olduğunu saptadığında, yapacağı hesaplaşma tarafsızlığı için önem arz etmektedir. Etik değerlendirme yapmanın bilgi ışığında olacağı açıktır. Saçaklı bir düğümden çıkan ipucu olarak betimlenen etik davranış için, özverili ve sabırlı olmak da gerekir. Başka bir deyişle, etik bilgisi ışığında kişinin gözlerinden dünyaya bakacak olan hakim, diğer kişiyi bir nesne gibi değil, bir kişi olarak görebilecektir. Böylece olayda adaletin tesis edilmesi kolaylaşacak ve yargı kararları kamu vicdanında da kabul görecektir.
D.Sonuç
Şiddet, geçmişten günümüze süregelen bir sorun olarak görülmektedir. Pek çok farklı veçhesi olan şiddetin temel sebebi olarak tabulaşmış düşünceler ve bencillik gösterilebilir. Aile içi şiddet ve kadına karşı şiddet ise özellikle son yıllarda önü alınamayan bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Adliye veya hastane kapılarında yükselen feryatlar, beklediği toplumsal desteği ne yazık ki görememektedir. Hatta, yargıya intikal eden konularda dahi zaman zaman kamu vicdanı ile örtüşmeyen kararlar çıkmakta ve çoğu zaman şiddet mağduru kadınsa, olayın üstünü örtme eğilimi gözlemlenmektedir. İnsan hakları, adalet, hukuk devleti ilkeleri ile hiç bir şekilde bağdaşmayan bu tarz uygulamalar, zaman zaman kadın mağdura karşı kadın hemcinsleri tarafından da ortaya konulmaktadır. Öyleyse sorunun kapsamlı olarak ele alınması ve çözümün yasal düzenlemelerin ötesinde, toplumsal zihniyet değişikliğini gerektirdiği açıktır. Ancak toplumda kabul gören ahlak anlayışının, tabulaşmış değer yargılarının insanlığın gelişmişliğine paralel olarak değiştirilmesi düşünüldüğü kadar kolay değildir. Bu yolda uzun ve itinalı çalışmalar gerekir. Bu noktada etik bilgisinin öğrenilmesinin özel bir önemi olduğu vurgulanmaktadır. Gerek uluslararası gerekse ulusal düzeyde meslek etiği alanında yapılan çalışmalar sayesinde meslek mensupları arasında olaylar karşısında takınılacak tavır etik zemine yerleştirilmektedir. Özellikle yargı etiği çalışmalarının yeri adaletin sağlanmasında oldukça değerli görülmektedir. Zira, normatif hukuk düzenlemelerinin açamadığı kapılar, insanı ve değerlerini konu alan etik ile aralanmaktadır.
KAYNAKÇA
İYİ Sevgi, TEPE Harun, Etik. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013
KUÇURADİ İoanna, Ahlak, Etik ve Etikler,Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, Ankara 2019.
KUÇURADİ İoanna, Uludağ Konuşmaları, Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, Ankara 2009.
ÖZGENTÜRK İlyas, “Aile İçi Şiddet ve Şiddetin Nesilden Nesile İletilmesi.” Polis Bilimleri Dergisi, no.14 (2012): 57.
UYGUR Gülriz, Hukukta Adaletsizliği Görmek, Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, Ankara 2016.
YILMAZ Ejder, Adalet “İnsana Yakışan Anlayış”, Turhan Kitabevi, Ankara 2020.