Türkiye yandı. Orman yangınları günlerce kontrol altına alınamadı. Kentlerde sular kesiliyor. Ama aynı anda, Afşin-Elbistan’da milyonlarca metreküp tatlı su, susuzlaştırma (dewatering- madencilik sektöründe yeraltı suyunun pompalanarak dışarı atılması anlamına gelir. Bu işlem uzun vadede su tabanını tüketir ve ekosistemi tahrip eder) adı altında yeraltından çekilip hiçbir işe yaramadan denize gönderiliyor.
Kuraklık bir yanda, seller diğer yanda. İklim değişikliğinin en çarpık yansımalarından biri bu: Bir yılda yağacak yağmur bir günde, birkaç saatte yağıyor. Altyapı olmadığı için bu kullanılabilir sular çoğu yerde kanalizasyona gidiyor. Kullanamadığımız gibi bir de üstüne arıtılması gereken kirli su ortaya çıkıyor.
Türkiye’nin su paradoksu tam da bu: Hem susuzluk hem de su israfı aynı anda yaşanıyor. Yağışlar düzensizleşirken, mevcut su kaynaklarını koruma ve verimli kullanma sistemleri kurulamıyor. Seller geldiğinde su depolanamıyor, kuraklık geldiğinde kullanılacak su kalmıyor.
Bu bir çelişki değil; sistemsel bir çöküşün işareti.
İzmir’de Su Krizi: Barajlar Kuruyor
6 Ağustos’tan itibaren İzmir’de gece su kesintileri başlayacak. Tahtalı Barajı kritik seviyede. Gördes Barajı tamamen devre dışı. İzmir’in günlük su ihtiyacı 700 bin metreküp.
Türkiye’nin üçüncü büyük kenti susuzlukla karşı karşıya. Gördes Barajı’ndaki su seviyesi yüzde 0,08 ile en düşük doluluk oranını kaydederken, Tahtalı Barajı’nda ise su seviyesi yalnızca yüzde 8,88 seviyesinde kaldı.
İklim değişikliği darbe üstüne darbe vuruyor.
Afşin-Elbistan’da Susuzlaştırma: Her Gün Boşa Akan Milyonlarca Metreküp Su
Aynı ülkenin başka bir bölgesinde farklı bir hikaye yazılıyor. Afşin-Elbistan linyit havzasında her yıl İzmir’in 150 günlük su ihtiyacına denk yeraltı suyu çekiliyor. Sadece maden sahasını kuru tutmak için.
TEMA Vakfı’nın “Kömür Madenciliği ve Termik Santrallerin Su Varlıkları Üzerine Etkileri: Afşin Elbistan Örneği” başlıklı raporu (2022) diyor ki: İki jeolojik formasyondan yılda 105 milyon metreküp yeraltı suyu çekiliyor. Bu işleme “susuzlaştırma” deniyor. Linyit çıkarmak için yeraltı sularının sürekli boşaltılması.
İçme suyu değil.
Sulama suyu değil.
Sanayi suyu değil.
Sadece boşaltım.
Sistem bu tatlı suyu kullanmayı değil, dışlamayı tercih ediyor.

Kaynak; https://www.greenpeace.org/turkey/blog/afsin-elbistan-a-termik-santralinde-bilirkisi-kesfi-yapildi/
Özelleştirilmiş Toprakların Keşifle Ortaya Çıkan Gerçeği
25 Haziran 2025’te İdare Mahkemesi ve bilirkişi heyeti ile keşif yaptık. Çelikler Termik Santrali’ne yeni ünite eklenmesine karşı açılan davada. Greenpeace ve yöre sakinlerinin hukuk mücadelesi sahada ne oluyor görmek için fırsat sundu.
Büyük bir alan özelleştirme sonunda bir şirkete bırakılmış. Bu alanın valisi de kaymakamı da muhtarı da özel şirket. Köylerin topraklarını içeren dev bir saha. Yakın zamana kadar tarım alanı olan topraklar kazılmayı bekliyor.
Keşif sırasında santral sahasının bir bölümünde toprağın 20-30 santim külle kaplandığını gördük. Çalışanlar nasıl soluk alıyor diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Bu noktada akla rehabilitasyon geliyor. Madencilik sektörünün en çok savunduğu argümanlardan biri bu. Son Maden Yasası değişikliği ile zeytinlik alanlar madencilik faaliyetlerine açılırken, savunma olarak ağaçların taşınması, taşınamıyorsa da iki katı ağaç dikilmesi öne sürülmüştü.
Ama Afşin-Elbistan A Santrali bölgesinde durum farklı. Kamu mülkiyetindeyken girişilen küçük bir alanın ağaçlandırılmaya çalışılması dışında, özellikle son zamanlarda özel şirket tarafından yapılan tek bir dikim yok! Kamu zamanında dikilen ağaçlar da ne yazık ki büyümüyor. Çünkü toprak kirlenmiş, hava kirlenmiş, su çekilmiş.
Rehabilitasyon vaatleri kâğıt üzerinde kalırken, geriye kalan müthiş bir çevresel tahribat. Bu, Türkiye’de madencilik sonrası rehabilitasyonun ne kadar ciddiye alınmadığının en net kanıtı.
Susuzlaştırmanın Sahne Arkası: Temiz Su, Boşa Akan Gelecek
En çarpıcı görüntü susuzlaştırma sahnesiydi. Alanın her yerinde sayısız kuyu açılmış. Yeraltı suyu çekiliyor, kanallara bırakılıyor. Su ilk çıktığı yerde tertemiz. Sonra kanala, oradan çaya, oradan Ceyhan’a, oradan Akdeniz’e akıyor.
Üstelik bu sadece yüzeyde görünen kısmı. Bilimsel çalışmalara göre, Afşin-Elbistan havzasındaki gidya ve kömür katmanlarında bulunan yeraltı suları, ne güncel yağışlardan ne de civardaki kireçtaşı formasyonlarından besleniyor. Bu sular, milyonlarca yıl önceki çökellerle birlikte hapsolmuş; yenilenmesi çok uzun zaman alan, jeolojik olarak izole rezervler. Bazı bölgelerde yeraltı suyu hareketi o kadar yavaş ki, bu kaynakların insan zaman ölçeğinde yeniden dolması neredeyse imkânsız.
İşte bu eşsiz su rezervleri, yalnızca madeni kuru tutmak amacıyla çekilip, herhangi bir verimli kullanım sağlanmadan yüzeye boşaltılıyor. Bu, yalnızca teknik bir uygulama değil; ekolojik ve kamusal bir felakettir. Gelecek nesillerin susuzluk tehdidiyle karşı karşıya kaldığı bir ülkede, tarihin derinliklerinden gelen stratejik tatlı su kaynakları, özel bir şirketin faaliyetleri uğruna sessizce denize akıtılmaktadır.
Bu görüntü, Türkiye’nin su politikalarının ne kadar çarpık ve parçalı olduğunu gözler önüne seriyor. Bir yanda şehirler su kesintileriyle boğuşurken, diğer yanda milyonlarca metreküp su, hiçbir kamu yararı gözetilmeden buharlaşıp gidiyor.
Bakanlıklardan Üç Maymun Senaryosu
Bu dev susuzlaştırma operasyonu yıllardır sürüyor. Bu bilgi kamuoyuyla paylaşıldı mı? Çevre Bakanlığı ne zaman ne kadar suyun çekildiğini açıkladı mı? DSİ bu durum hakkında ne söyledi?
Hiçbiri konuşmuyor. Kurumsal sessizlik suyun sessizce akıp gitmesine eşlik ediyor.
DSİ’nin ülkenin su kaynaklarından sorumlu kurumu olarak bu duruma müdahale etmemesi ayrı bir skandal. Daha da çarpıcı olanı, mahkeme dosyasında DSİ’nin Çelikler’e yönelik net uyarısı var: “Kömür madenciliği ve termik santraller için harcanan su bu stresin ana nedenlerinden biridir.“
Çevre Bakanlığı DSİ’nin bu kritik şartlarına rağmen yeni ünitelere ÇED olumlu kararı veriyor. Aynı devlet içinde çelişkili yaklaşımlar sergileniyor.
Çelikler Holding: Ceza Yiyor, İşe Devam Ediyor
Şirketin çevre ihlalleri sadece güncel değil, sistematik bir hal almış. Mahkeme dosyasına sunulan Bakanlık beyan/belgelerine göre, son 8 aylık dönemde toplam 9,2 milyon TL idari para cezası kesilmiş:
11 Temmuz 2024: Tehlikeli atık nedeniyle toprak kirliliği – 5,8 milyon TL (üç kat artırımlı ceza)
5 Aralık 2024: 4. ünite by-pass ihlali – 1,4 milyon TL
11 Şubat 2025: Aynı ünitede tekrar by-pass ihlali – 2,0 milyon TL
En çarpıcı durum ise çevre izni konusu. Santralin sadece 4. ünitesine çevre izni verilmiş. Ama Bakanlık’ın kendi verilerine göre, çevre izni olmayan 3. ünite de çalıştırılmış, hem de çoğu zaman kirlilik eşiklerini aşarak. Keşiften bir gün önce de çalışıyordu 3. ünite. Çevre izni yok ama ne gam!
Çelişkili durum ise şu: “Çevresel iyileştirmeleri tamamlanmış” denilen IV. Ünite için 26 Aralık 2023’te Geçici Faaliyet Belgesi verilmiş. Ancak bu resmi izin verme sürecinden sadece 6 ay sonra aynı tesiste 5,8 milyon TL’lik çevre felaketi yaşanmış.
2024 yılı Sürekli Emisyon Ölçüm Sistemi (SEÖS) verileri tabloyu tamamlıyor: 4. ünitede yılın 32 günü toz emisyon limitleri aşılmış, toplam 470 saat sürekli limit aşımı yaşanmış, SO₂ emisyonu 12 gün boyunca sınır değerleri aşmış.
Türkiye’de çevre hukukunun ne kadar etkisiz kaldığını gösteren manzara bu. Cezalar kesiliyor ama faaliyetler durmuyor. Çevre izinleri olmasa da üretim devam ediyor.
İki Türkiye: Su Krizi ile Su İsrafı Yan Yana
Bu karşıtlık Türkiye’nin su politikalarının çarpıklığını özetliyor. Bir yanda İzmir gibi büyük kentler su kıtlığı yaşıyor. Diğer yanda Afşin-Elbistan’da yılda 105 milyon metreküp tatlı su boşa akıyor.
Plansızlığın, kurumsal koordinasyonsuzluğun, suyun stratejik varlık olarak değerlendirilmediği sistem çöküşünün işareti. Türkiye’de su yönetimi merkezi bir politika olmaktan çıkmış, parçalı ve çelişkili uygulamalara dönüşmüş.
Susuzlaştırma: Teknik Kelime, Ekolojik Felaket
Türkiye’de bu teknik terimin çevresel etkileri üzerine neredeyse hiç kamu tartışması yok. Susuzlaştırma yeraltı su rezervlerinin doğal yenilenme hızını aşacak şekilde sürdürülürse sadece içme suyu değil tüm ekosistem riske girer.
Afşin-Elbistan havzasında kuraklık riski büyüyor. İklim değişikliğiyle yağış rejimi bozuluyor. Mahkeme belgelerine göre, Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü verilerine göre Ceyhan Havzası 2061-2070 döneminde yüzde 22 oranında yağış azalması ile karşı karşıya.
Bu kritik iklim projeksiyonu karşısında V. ve VI. ünitelerin yıllık 31,96 hektometre küp su tüketeceği belirtiliyor. Mevcut dört ünitenin su tüketimi ile birlikte değerlendirildiğinde toplam su tüketiminin havza su potansiyeli üzerinde oluşturacağı baskı kritik düzeylere ulaşıyor.
Susuzlaştırma sadece bugünün değil geleceğin de hakkını tüketiyor.
Dursun Yıldız’ın uyarısı da bu yönde: “Kontrolsüz yer altı suyu çekimi çevresel bozulmalara yol açıyor ve Bodrum gibi yerlerde yer altı suyuna deniz suyu girişi artıyor.” Bu durum su kalitesini düşürüyor ve geleceğin su kaynaklarını tehdit ediyor.
Çoğulhan: Terk Edilmiş Kasabanın Hikayesi
Keşiften bir gün önce santralin yakınındaki Çoğulhan’daydık. Zamanında 15 bin nüfusu olan belde şimdi terk edilmiş kasaba. Nüfus 700-800’e düşmüş. Geçim kaynağı yok, sadece termik santral. Başka alternatif kalmamış.
Bacasından çıkan dumanı içimize çekiyoruz. Yerel halk “kışın gelseniz siyah karı da görürdünüz” diyor.
Çoğulhan’da herkes her şeyi biliyor ama birkaç kişi dışında kimse şirkete bulaşmak istemiyor. Tek istihdam kaynağı orası. Kendisi olmasa bile akrabası şirkette çalışmayan yok. Yıllardır bu durumdalar. Kimse yanlarında değil. Korkmakta haklılar.

Çoğulhan ya da geriye ne kaldıysa (2025)
Company Towns: Dünyanın Her Yerinde Aynı Hikaye
Bu hikaye sadece Çoğulhan’a özgü değil. Dünya tarihinde “company towns” yaygın. ABD’deki kömür şehirleri, Avustralya’daki maden kasabaları, Afrika’daki petrol bölgeleri. Her yerde aynı senaryo: Tek büyük işveren, ekonomik bağımlılık, sosyal kontrol, çevresel tahribat.
“Şikayet halinde seninle aynı soyadı taşıyan herkesi işten çıkaracağız” türü söylemler bu kasabalarda yaygın uygulama.

Jefferson County, Alabama, 1937. Kaynak; https://www1.cuny.edu/sites/thehouse/company-towns/
Hollywood’un “Dark Waters” filmi West Virginia’daki Parkersburg kasabasını anlatıyor. DuPont şirketi orada 70 yıl boyunca yeraltı suyuna zehirli kimyasal karıştırmış. Kasaba halkı tek işveren DuPont olunca sessiz kalmış. Ta ki çiftçi Wilbur Tennant’ın ineklerinin ölmesi ve avukat Rob Bilott’un 20 yıllık hukuk mücadelesi başlayana kadar.
Çözüm sadece yerel değil küresel sistem değişikliği gerektiriyor. Çünkü sorun sadece bir şirket ya da bir bölge değil, kapitalist sistemin işleyiş mantığının kendisi. Kısa vadeli kârı uzun vadeli sürdürülebilirliğe tercih eden, yerel toplulukları fedakâr eden sistem.
Taşıma Kapasitesi: Planlama Zihniyetinin İflası
Çoğulhan’ın hikayesi daha geniş bir planlama sorununu da gösteriyor. Taşıma kapasitesi – bir ekosistemin çevresel tahribat yaratmadan destekleyebileceği yoğunluk – kavramı ya hiç yok ya şeklen yer alıyor.

Dursun Yıldız
Su Politikaları Derneği Başkanı ve DSİ eski yöneticisi Dursun Yıldız’ın bu konudaki tespiti çarpıcı: “Türkiye’nin su politikası yok.” Yıldız, özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerindeki turistik alanlarda yaz aylarında nüfus artışlarının 10 katına kadar çıkmasıyla birlikte su talebinin de aynı oranda arttığını belirtiyor.
Taşıma kapasitesi sadece rakamsal bir hesap değil. Bir bölgenin su kaynaklarının, atık bertaraf kapasitesinin, hava kalitesinin, ulaşım altyapısının, sosyal hizmetlerinin ne kadar yükü kaldırabileceğinin bütüncül değerlendirmesidir.
Türkiye’de ise tam tersi yapılıyor. Önce yatırım kararı alınıyor, sonra altyapı sorunu çözülmeye çalışılıyor. Bodrum’da, Çeşme’de, Kaş’ta, Kalkan’da, Kuşadası’nda aynı hikaye: Yazın nüfus 5-10 katına çıkıyor, su kesintileri başlıyor, çöp toplanamıyor, trafik felç oluyor.
Ege ve Akdeniz kıyılarında su krizi yaşanırken hâlâ yeni imar izinleri veriliyor. İzmir, Bodrum, Çeşme her yaz su kesintisi yaşarken suyu olmayan bölgelere daha fazla yapılaşma izni çıkıyor. Yıldız’ın uyarısı net: “Su sorunu yaşanmadan adım atılmalı.“
Kısa vadeli gelir odaklı planlama zihniyetinin sonucu bu. Belediyeler imar gelirlerine bağımlı, müteahhitler yeni projeler peşinde, merkezi hükümet büyüme rakamları arıyor. Ama su kaynakları sınırlı, iklim değişikliği gerçek, ekolojik sınırlar aşılıyor.
Gelecek Bakanlığı Sorusu: Sistem Değişmeden Çözüm Var mı?
Kim Stanley Robinson‘ın “Gelecek Bakanlığı” romanından çarpıcı soru: “Bir sistemi değiştirmeden o sistemin sonuçlarını nasıl iyileştirebilirsiniz?“

Gelecek Bakanlığı kitabı
Robinson’ın romanı iklim felaketi sonrası kurulan uluslararası kurumun hikayesi. “Gelecek Bakanlığı” gelecek nesillerin haklarını temsil etmek, bugünün kararlarını geleceğin perspektifinden değerlendirmek üzere kurulmuş.
Romanda sorulan temel soru: Mevcut ekonomik ve politik sistemler değişmeden iklim krizinin sonuçlarıyla nasıl başa çıkılabilir?
Robinson’ın cevabı: Çıkılamaz. Sistem değişikliği şart.
Romanın önemli kavramlarından “B Planı“: Mevcut sistem çöktüğünde devreye girecek önceden hazırlanmış alternatif sistem (You have to plan for the day after collapse). Robinson mevcut kurumların iklim krizini çözemeyeceğini, yeni kurumsal yapılara, yeni ekonomik modellere, yeni yönetişim biçimlerine ihtiyaç olduğunu savunuyor.
Politik Kararlar: Teknik Problem Değil, Etik Mesele
Bu bir çevre mühendisliği sorunu değil. Kamu yararının ne olduğunu, kaynakların kim için yönetildiğini, geleceği kimin şekillendirdiğini sormamız gereken politik karar sorunu.
Çevre, enerji ve su politikalarının parçalı yürütüldüğü bir ülkede termik santral için bu kadar tatlı suyun boşaltılması sadece teknik değil etik mesele.
Afşin-Elbistan örneği Türkiye’de kamu politikalarının nasıl şekillendiğini gösteriyor. Özel şirket çıkarları önceleniyor, çevresel maliyetler toplumsallaştırılıyor, gelecek nesillerin hakları hiçe sayılıyor.
Görünmeyen Maliyetler: Suyun Bedeli Kimin Sırtında?
Afşin-Elbistan’daki susuzlaştırma operasyonu, yalnızca teknik bir mühendislik faaliyeti değil; aynı zamanda kamu politikalarının ekonomik, çevresel ve toplumsal bilançosunu görünmez kılan bir tercihler sisteminin dışavurumudur. Milyonlarca metreküp yeraltı suyunun, herhangi bir üretken amaç olmaksızın, sadece madeni kuru tutmak için çekilip yüzeye boşaltılması, yalnız bugünün değil, yarının haklarını da eritmektedir. Ancak bu kayıplar, resmi belgelerde yer almaz. Çünkü maliyet hesaplamaları yapılırken, sistemli bir biçimde “dışsallaştırma” uygulanır (Dışsallaştırma kavramı ilk kez Arthur Cecil Pigou’nun 1920 tarihli The Economics of Welfare adlı eserinde sistemli şekilde tartışılmış, daha sonra Ronald Coase’un 1960 tarihli The Problem of Social Cost makalesiyle çevresel maliyetler tartışmasına girmiştir. Bugün iklim adaleti ve çevre hukuku literatüründe sıkça kullanılan bu kavram, çevresel zararın “fail dışı” aktörlere yüklenmesini tanımlar).
Dışsallaştırma (externalization), bir faaliyetin doğurduğu çevresel ve toplumsal zararların sorumluluğunun, o faaliyetten doğrudan yararlanan aktörler yerine, en zayıf halkalara —yerel halklara, doğaya, kamusal bütçelere ve gelecek nesillere— yüklenmesi anlamına gelir. Bu, yalnızca bir çevre hukuku meselesi değildir; aynı zamanda kamu yönetimi, ekonomi politik ve etik alanlarının kesişiminde yer alan sistemik bir çarpıklıktır.
Afşin-Elbistan’da yaşanan da budur. Termik santralin kömür ihtiyacını karşılamak için yürütülen susuzlaştırma işlemlerinde kullanılan milyonlarca metreküp tatlı suyun bedeli, şirketin değil; toprağını sulayamayan çiftçinin, içme suyuna erişimi azalan kentlinin ve yeraltı su kaynakları tükenen gelecek kuşakların omuzlarına yüklenmektedir.
Oysa Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci, tam da bu tür dışsallaştırmaları görünür kılmak, karar alma mekanizmalarına bilimsel ve toplumsal verileri entegre etmek için tasarlanmıştır. Ancak uygulamada bu mekanizma ya devre dışı bırakılmakta ya da yalnızca bir formaliteye indirgenmektedir. İlgili kurumlar ya hiç görüş bildirmemekte —ki bu hukuken “itirazı yoktur” şeklinde yorumlanmaktadır— ya da baştan savma, içeriksiz metinlerle süreci geçiştirmektedir.
Bu noktada temel bir soru ortaya çıkar: Suyun gerçek bedeli neden hesaplanmıyor? Neden devlet, bu bedelin özel şirket yerine toplum tarafından ödenmesine göz yumuyor?
Bu sorunun cevabı, yalnızca mühendislik ya da ekonomi perspektifiyle değil; aynı anda ekoloji, halk sağlığı, insan hakları, etik ve kamu yönetimi disipliniyle verilmelidir. Tam da bu nedenle, Kim Stanley Robinson’ın Gelecek Bakanlığı romanında Mary Murphy’nin etrafında kurduğu ekip bu kadar güçlüdür. Roman boyunca gördüğümüz 13–14 kişilik ekip; bir toksikolog, bir ekosistem modelleyicisi, bir hukukçu, bir etik uzmanı, bir hidroloji mühendisi, bir yerli topluluk temsilcisi, bir halk sağlığı sorumlusu, bir veri bilimci ve bir küresel iletişim koordinatöründen oluşur. Her biri, iklim krizinin yalnızca teknik değil, yapısal ve politik bir mesele olduğunu kabul eder.
Türkiye’de ise bunun tam tersi yaşanıyor: Kurumlar birbirinden habersiz, veriler paylaşılmıyor, değerlendirmeler disiplinler arası değil, politikalar sadece yatırımcının ihtiyaçlarına göre şekilleniyor. Bu parçalanmış yapı, görünmeyen maliyetlerin toplumun tamamına yayılmasına neden oluyor. Susuzlaştırmanın tarım üzerindeki etkisi ayrı, halk sağlığı üzerindeki etkisi ayrı, gelecekteki kuraklık riskine katkısı ise çok daha derin bir kriz başlığı.
Devlet Su İşleri (DSİ), su kaynaklarının korunmasından birinci derecede sorumlu kurumsal aktör olmasına rağmen, bu kapsamlı yeraltı suyu boşaltımına dair kamuoyuna bilgi vermemektedir. Oysa 2025 tarihli bir dava dosyasına giren yazısında, DSİ şunları açıkça belirtmektedir: “Kömür madenciliği ve termik santraller için harcanan su, havza bazında su stresinin ana nedenlerinden biridir.” Bu uyarıya rağmen, aynı devletin bir başka kurumu —Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı— yeni termik üniteler için ÇED olumlu kararı verebilmektedir.
Bu iç çelişkiler, yalnızca bürokratik koordinasyon eksikliği değil; geleceği bugünde tüketen bir kırılganlık mimarisine işaret etmektedir.
Bugün Afşin-Elbistan’da yüzeye boşaltılan su, yalnızca yer altından çıkarılan bir sıvı değildir. Aynı zamanda ekosistemden silinen canlılık, halktan eksilen sağlık, çocuklardan çalınan gelecek ve toplumsal bütçeye yüklenen onarılamaz bir yüktür. Bu maliyetleri görünmez kılmak; yalnızca bir yönetim zaafı değil, politika üretme biçimine içkin bir tercihtir.
Türkiye’nin Su Planı: Sistemik Çözümler
Çözüm parçalı değil bütüncül olmalı. Robinson’ın “B Planı” konseptinden esinlenerek Türkiye’nin Su Planı:
Dursun Yıldız’ın vurguladığı gibi “arz ve talep yönetimi birlikte olmalı.” Sadece su arzını yönetmek yeterli değil, su talebinin de etkin yönetilmesi gerekiyor.
Acil tedbirler: Afşin-Elbistan susuzlaştırması durdurulmalı. Çekilen su arıtılarak ulusal su şebekesine dahil edilmeli. DSİ tüm susuzlaştırma faaliyetlerini şeffaf raporlamalı. Çevre Bakanlığı bugüne kadar ne kadar suyun boşaltıldığını kamuoyuyla paylaşmalı.
Yasal çerçeve: Su Kanunu çıkarılmalı, yeraltı suları ulusal koruma altına alınmalı. Taşıma kapasitesi tüm planlama süreçlerinin zorunlu kriteri haline getirilmeli. Susuzlaştırma faaliyetleri çevresel etki değerlendirmesi ve sosyal kabul süreçlerine tabi tutulmalı.
Talep yönetimi: Yıldız’ın önerdiği gibi tatil yörelerinde değişken su tarifeleri uygulanmalı. Su kayıp ve kaçakları en düşük seviyeye çekilmeli. Su verimliliği konusunda toplumsal bilinç artırılmalı.
Kurumsal dönüşüm: Çevre, su ve enerji politikaları entegre edilmeli. Su kaynaklarının yönetimi kısa vadeli ekonomik çıkarlardan çok uzun vadeli sürdürülebilirlik kriterlerine göre yapılmalı. İklim Değişikliği Başkanlığı gerçek anlamda “Gelecek Bakanlığı” işlevi görmeli.
Demokratik katılım: Su yönetimi kararlarında yerel sakinlerin söz hakkı olmalı. Çevresel adalet ilkesi su politikalarının temel kriteri haline getirilmeli.
Gelecek Sorusu: Linyit Bitince Ne Kalacak?
Şirket yeraltı suyunu çekmeye devam ediyor. Milyonlarca yıl içinde oluşmuş tatlı su rezervi yıllar içinde boşaltılıyor. Hiçbir entegre su yönetimi politikası olmadan. Sadece linyit için.
Asıl soru: Linyit bittiğinde, kuraklık geldiğinde, şirket çekildiğinde geriye ne kalacak?
Havası kirli, toprağı küllenmiş, suyu tüketilmiş bir coğrafya. Elbistan Ovası’nın bereketi gitmiş, sadece “Elbistan ciğeri” kalmış olacak. Kanserle mücadele eden insanların röntgenine bakan doktorun “Elbistan’dan mı geldiniz?” dediği hikâyeler gerçek.
Bu, açık bir adaletsizlik.
“Just transition” – adil dönüşüm kavramının önemini gösteriyor. Fosil yakıt bağımlı bölgelerin yenilenebilir enerji ekonomisine geçişi sadece teknolojik değil sosyal süreç. Bu süreç planlanmazsa Çoğulhan gibi terk edilmiş kasabalar çoğalacak.
İklim Değişikliği Başkanlığı’ndan Gelecek Bakanlığı’na
Türkiye’nin İklim Değişikliği Başkanlığı kuruldu. Ama bir ismin neyi temsil ettiğini, onu taşıyan yapının işlevi belirler. Bu kurum, gerçekten bir Gelecek Bakanlığı’na dönüşecekse, bugünü değil yarını merkeze almalı. Gelecek kuşakların haklarını bugünün kısa vadeli çıkarlarına karşı savunabilmeli.
Robinson’ın romanında geçen “gelecek nesillerin temsili” kavramı işte tam burada hayat bulur: Bugünün kararlarını, bugünün çıkarlarını koruyan kurumlar veriyor. Peki 50 yıl sonra doğacak çocukların su hakkını kim temsil ediyor? Kim onların sesi olacak?
İklim Değişikliği Başkanlığı’nın rolü yalnızca emisyon hedefleri belirlemek değil. Tüm kamu politikalarını gelecek kuşakların gözünden yeniden değerlendirmek. Bu, teknik bir reforma değil, kurumsal bir devrime işaret eder.
Çünkü su, sağlık, barınma gibi sosyal haklar metalaştırılamaz. Satılamaz. Sadece kâr mantığıyla yönetilemez. “Susuzlaştırma” adı altında yapılan uygulamalar, yalnızca bir mühendislik meselesi değil; sessizce işleyen bir yaşam hakkı ihlal sürecidir. Geleceğin elimizden alınmasıdır.
Ve şimdi, bu sistemi değiştirmeye ihtiyacımız var.
Afşin-Elbistan’da toprağın altından yüzeye çıkan su, sadece H₂O değil. Gelecek nesillerin yaşam hakkı, ekolojik dengenin sürekliliği ve kamu yararının vicdanı da o akıntıyla birlikte kayboluyor.
Bu akışı durdurmak — sadece teknik bir karar değil — bir ahlaki karar, bir politik kararlılık meselesi.
Çünkü durum şu:
- Kimin adına yönetiyoruz?
- Kimler için kaynak tüketiyoruz?
- Kime karşı borçlanıyoruz?
- Ve kimden çalıyoruz?
Bu soruların cevaplarını ivedilikle düşünmemiz, bulmamız gerekiyor.
Su hakkı adına.
Kamu adına.
Gelecek adına.