Trump’ın İklim Politikaları ve Türkiye’de Yeşil Söylence: Project 2025, Kuraklık ve İklim Kanunu

100 Gün, Tek Bir Yön: Project 2025’in Küresel Çevre Rejimine Darbesi ve Türkiye’nin Sınavı

İklim Krizi ve Küresel Kopuş: 2025 Baharında Dünya ve Türkiye

2025’in baharında Anadolu’nun sesi, toprağın çatlamış kalbinden yükseliyor. Karadeniz kıyısında, Trabzon’da sel sularının taşıdığı hatıralar henüz kurumamışken; İç Anadolu’da kuraklık korkusu, çiftçilerin gecelerini uykusuz kılıyor. Mart ayı sıcaklık rekorlarıyla geçti, Nisan yağmurları ise beklentileri karşılamadı. Meteoroloji verileri, 2025 kış yağışlarının normalin %32 altında kaldığını; Mart yağışlarının geçen yıla göre %59 azaldığını gösteriyor. Tarımsal üretimin merkezlerinde—Konya, Aydın, Niğde, Şanlıurfa gibi illerde—su kaynakları tükeniyor, sulama kısıtlamaları uygulanıyor, çiftçilerin gözleri gökyüzüne dönük.

Bu iklim gerçekliği artık sadece bilimsel raporlarda değil; sofralardaki eksik ekmekte, göçen toprağın sessizliğinde, çatlamış ellerin endişesinde yaşıyor. İzmir’de kişi başı su miktarı 600 metreküpün altına düştü—bu, Türkiye’nin genelinde yaklaşmakta olan “su fakirliği”nin ilk işareti.

Carl Sagan

Bilimsel veriler, bu krizleri önceden haber verdi. Ama bilim, yalnızca veri sunmaz; düşünmeyi, sorgulamayı ve yönümüzü yeniden belirlemeyi de sağlar. Carl Sagan’ın sıkça vurguladığı gibi, içinde yaşadığımız bu soluk mavi nokta, başka bir alternatifi olmayan tek evimiz. Onu koruma kararlılığı sadece teknik bir zorunluluk değil, aynı zamanda insanlık onuruna yakışır bir sorumluluk.

Bugün dünya, bir yanda küresel ısınmanın bilimsel temellerini sorgulayan iklim inkârcılığıyla, diğer yanda her geçen gün artan çevresel felaketlerle karşı karşıya. Bu yazı, ABD’de Trump yönetiminin ikinci döneminde, özellikle Project 2025 temelinde aldığı kararlarla şekillenen iklim politikalarını mercek altına alırken, Türkiye’de İklim Kanunu etrafında oluşan çatışmaları ve umutları da değerlendiriyor. Ele aldığımız şey, sadece bir yasa tasarısı değil; insanlığın kendi geleceğiyle kurduğu ilişkiye dair bir söylencedir.

Trump’ın Gölgesinde İklim: İlk 100 Gün

2025’in Ocak ayında Donald Trump, ikinci kez başkanlık yemini ettiğinde, yalnızca siyasi bir dönüş değil, çevre politikalarında da köklü bir geriye gidişin habercisiydi. İlk 100 gün, bu dönüşümün hızı ve kapsamı açısından sadece Trump’ın ilk döneminden değil, modern Amerikan tarihinden bile farklıydı. Guardian’ın kapsamlı analizine göre, yalnızca üç ayda 140’tan fazla çevre düzenlemesi iptal edildi ya da zayıflatıldı—bu sayı, ilk dönemindeki çevresel geri adımların toplamını geçti.

Paris Anlaşması’ndan İkinci Kaçış

Trump’ın ilk icraatlarından biri, ABD’yi Paris Anlaşması’ndan ikinci kez çekmek oldu. “Amerikan sanayisini zincire vuran bir tuzak” olarak nitelediği bu küresel anlaşma, Trump yönetimi tarafından bir egemenlik ihlali gibi sunulsa da, gerçekte ABD’nin küresel sera gazı emisyonlarındaki %25’lik payını sorumlulukla yönetme taahhüdüydü. Bu adım, özellikle gelişmekte olan ülkeler nezdinde, küresel iklim adaleti fikrine vurulmuş ağır bir darbe olarak algılandı.

Bilimsel Temellere Açık Saldırı

Trump’ın EPA (Çevre Koruma Ajansı) ve NOAA (Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi) gibi kurumlara yönelik politikaları, iklim inkârcılığının sadece söylem değil, kurumsal bir stratejiye dönüştüğünü ortaya koydu. Bilimsel veri üretimini sağlayan pek çok birim kapatıldı, binlerce kamu çalışanı ya işten çıkarıldı ya da görevden el çektirildi. NOAA’da 121.000’e yakın pozisyonun kaldırılmasıyla birlikte, Amerika’nın iklim modelleme kapasitesi tarihindeki en düşük seviyeye indi. Hava durumu balonları gökyüzüne yükselmeyi bıraktı, istatistiksel tahminlerde derin boşluklar oluştu.

Mart 2025’te, EPA aynı gün içerisinde 31 ayrı eylem başlatarak araç emisyon standartlarını zayıflattı, kömür santrallerinin toksik kül ve cıva salımı üzerindeki sınırları kaldırdı ve sera gazlarının halk sağlığına zarar verip vermediğini “yeniden değerlendirme” kararı aldı. Bu “yeniden değerlendirme” süreci, bilimsel konsensüsü sabote etmenin bürokratik yolu haline geldi.

Mahkemelerin Yeni Dengesi: Hukuki Zemin Kalmadı mı?

Tüm bu düzenlemeler, yalnızca yürütme erkinin ani kararlılığıyla açıklanamaz. Trump’ın ilk döneminde şekillendirdiği muhafazakâr Yüksek Mahkeme, ikinci dönemde iklim politikalarının “koruyucu zeminini” adım adım ortadan kaldırmaya başladı. Özellikle 2022’deki West Virginia v. EPA kararı, federal kurumların emisyon sınırları koyma yetkisini daraltarak Trumpçı çevre politikalarının önünü açtı. 2025’te ise, National Mining Assoc. v. United States EPA davasında, EPA’nın ağır metallerin içme suyuna karışmasını önlemeye yönelik yeni sınırları “öngörülebilir ekonomik zararlar” gerekçesiyle geçersiz sayıldı. Bu, çevre koruma hakkının artık yalnızca yürütme değil, yargı ayağından da baskı altında olduğunu gösteriyor.

Bu süreçte, Heritage Foundation’ın Project 2025 adlı dokümanı da kritik bir rol üstlendi. Bu belge, sadece bir geçiş planı değil, devletin yeniden yapılandırılması için ideolojik bir yol haritası sundu. Belgedeki çevre politikası bölümü, EPA ve NOAA gibi kurumların ya kapatılmasını ya da işlevsizleştirilmesini öneriyor; Trump yönetimi bu yönde adımlar atmaya başladı bile.

Bilim Karşıtlığı ve İnkârcılığın Popülist Yüzü

Trump’ın çevre politikalarının ardında yalnızca sanayi lobileri değil, giderek radikalleşen bir taban siyaseti de var. “Karbon vergisi Amerikalılara komünizm getirir,” “Küresel ısınma Çin’in komplosu,” gibi ifadeler, artık sadece marjinal forumlarda değil, seçim mitinglerinde duyuluyor. Bu inkârcılık, yalnızca bilimsel gerçekliğe değil, kamu yararına dayalı yönetişim fikrine karşı da bir başkaldırıya dönüşmüş durumda.

Project 2025 – İklim İnkârının Kurumsal Planı

Donald Trump’ın 2025’te yeniden başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte, ABD yalnızca bir yönetim değişikliği yaşamadı; devlet aygıtının temel kurumlarını ve ilkelerini dönüştürmeyi amaçlayan sistematik bir proje de hayata geçirildi: Project 2025. Bu girişim, yalnızca iktidar değişiminin değil, “devleti geri alma” söylemiyle yola çıkan muhafazakâr bir hareketin kurumsal yeniden yapılanma planıdır.

Bu proje, Heritage Foundation öncülüğünde hazırlanan ve 100’ü aşkın sağ eğilimli düşünce kuruluşunun katkısıyla şekillenen, 920 sayfalık kapsamlı bir strateji belgesiyle duyuruldu. Dört ana bileşeni var:

1.Politika Gündemi,

2.Personel Veritabanı,

3.Eğitim Programları,

4.180 Günlük Geçiş Planı.

Amaç nettir: Trump’ın ikinci döneminde federal bürokrasiyi “sadık personel” ile yeniden inşa etmek, bilimsel özerkliği ortadan kaldırmak ve muhafazakâr değerler ekseninde kökten bir dönüşüm sağlamak.

1. Politika Gündemi: Bilime ve Doğaya Karşı

Project 2025’in “Mandate for Leadership: The Conservative Promise” adlı temel belgesi, iklim değişikliğini “radikal bir yalan” olarak tanımlar. Buna göre iklim politikaları küreselcilerin bir oyunu, yeşil enerji ise piyasa dışı bir müdahaledir. Belge, özellikle şu önerilerle dikkat çekiyor:

•Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) düzenleyici yetkilerinin azaltılması ve bütçesinin kesilmesi,

•Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nin (NOAA) dağıtılması,

•ABD Küresel Değişim Araştırma Programı’nın (USGCRP) fonlarının sıfırlanması,

•Yenilenebilir enerji yatırımlarına moratoryum, fosil yakıt üretiminin hızlandırılması.

Bu düzenlemelerin 2030’a kadar 2.7 milyar ton ek emisyon yaratacağı öngörülüyor. Böylece ABD, küresel emisyon hedeflerinden dramatik biçimde sapacak ve küresel iklim rejiminden fiilen çekilmiş olacak.

2. Personel ve Eğitim: Devleti Sadakatle Doldurmak

Project 2025, yalnızca politikaları değil, bu politikaları hayata geçirecek kişileri de planlıyor. “Muhafazakâr LinkedIn olarak tanımlanan dijital bir personel veritabanı aracılığıyla binlerce isim, federal bürokrasiye yerleştirilmek üzere eğitiliyor. Bu isimler yalnızca yetkinlik değil, ideolojik sadakat üzerinden seçiliyor.

Eğitim programları, “derin devlet” yerine “sadık devlet” inşasını amaçlıyor. Katılımcılar, anayasal sınırlar içinde nasıl daha etkili bir şekilde politika dayatılacağı konusunda eğitiliyor. Bu, kamu hizmetini siyasallaştırma tehlikesini beraberinde getiriyor.

3. 180 Günlük Geçiş Planı: Devleti Hızla Yeniden Kodlamak

Trump yönetiminin ilk 6 ayı için hazırlanan bu geçiş planında, çevre alanındaki ilk adımlar açıkça belirtiliyor:

•EPA’nın Obama ve Biden döneminden kalan tüm iklimle ilgili düzenlemelerinin iptali,

•Federal enerji projeleri için çevresel etki değerlendirmelerinin kaldırılması,

•Bilimsel veriye dayalı karar alma süreçlerinin yerini “ulusal enerji bağımsızlığı” gibi retorik kavramlara bırakması.

Bu hızlı dönüşüm, yalnızca çevre politikalarını değil, kamu sağlığı, eğitim, göç, sosyal yardımlar ve sivil haklar alanlarını da etkiliyor.

4. Trump ile İlişki: “Bilmem” Dediği Plan, Emirlere Dönüştü

Time dergisinin 24 Ocak 2025 tarihli analizine göre, Başkan Trump’ın ikinci döneminin ilk haftalarında imzaladığı yürütme emirlerinin yaklaşık %65’i, Project 2025 adlı muhafazakâr politika belgesinde yer alan önerilerle birebir veya kısmen örtüşmektedir. Başka bir ifadeyle, bu belge sadece bir yol haritası değil, halihazırda uygulanan bir yönetim manifestosu haline geldi.

Project 2025 yalnızca Trump’a bağlı bir girişim değil; aynı zamanda ABD’nin kurumsal yapısını kalıcı olarak dönüştürmek isteyen, siyasal sistemin sınırlarını zorlayan bir stratejidir. Bu yönüyle yalnızca bir iklim karşıtlığı değil, sistemsel bir demokratik gerileme riski barındırır.

5. Eleştiriler: Bilime Karşı Otoriterlik

ACLU, projeyi “demokratik düzenin temellerini sarsacak otoriter bir hamle olarak tanımlıyor. Democracy Forward, bu planın yürürlüğe girmesi halinde milyonlarca Amerikalının çevresel, ekonomik ve sosyal haklarını kaybedeceğini belirtiyor. Project 2025, yalnızca karbon salımını değil, bilgiye dayalı kamu politikalarının meşruiyetini de hedef alıyor.

Türkiye’de Yankılanan İnkâr: Project 2025’in Yerli Yankıları

Project 2025’in sunduğu çerçeve, yalnızca ABD’ye özgü bir muhafazakâr program olarak görülmemeli. Bu planın taşıdığı temel yaklaşımlar — bilime karşı kuşku, çevre politikalarına direnç, küresel iş birliklerine şüpheyle yaklaşmak ve kamusal katılım yerine merkezi güç vurgusu — Türkiye’deki iklim kanunu karşıtı söylemlerde çarpıcı biçimde yankı buldu.

2025 yılının Şubat ve Mart aylarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan İklim Kanunu teklifi çevresinde bir anda yükselen ve daha önce görünmeyen bir toplumsal itiraz dalgası, bu benzerliği net biçimde ortaya koydu. Bu karşıtlığın yalnızca içeriksel değil, yapısal paralellikler de taşıdığı görülüyor.

1. İnkârdan Komplo Üretmeye: Retorik Benzerlikler

ABD’de Trump ve Project 2025 savunucuları, iklim krizini “küreselcilerin bir yalanı” olarak tanımlarken, Türkiye’deki bazı çevreler de İklim Kanunu’nu “küresel elitlerin Türkiye’ye dayattığı bir zincir” olarak niteledi. Her iki söylem de:

•Küresel iklim işbirliklerini bir “dayatma” gibi sunuyor,

•Ulusal egemenlik vurgusunu iklim inkarcılığıyla birleştiriyor,

•Paris Anlaşması gibi uluslararası mutabakatları “egemenlik devri” olarak gösteriyor.

Sosyal medyada dolaşıma giren “Kurban Bayramı yasaklanacak”, “hayvancılık bitecek”, “organik tarım sonlanacak” gibi ifadeler, ABD’deki Project 2025 politikalarının da yaygın argümanlarından olan “yaşam tarzına müdahale” korkusunun yerli karşılığı gibiydi.

2. Bilime Güvensizlik ve Kurumsal Erime

Project 2025’in temel hedeflerinden biri, EPA ve NOAA gibi bilimsel kurumlardaki uzmanlığı etkisiz hale getirmekti. Türkiye’de de benzer biçimde, İklim Kanunu’nu hazırlayan teknik kadroların tarafsızlığı sorgulandı; hatta kanunun altında imzası bulunan akademisyenler “küreselci ajanlar” olarak etiketlendi.

Bu ortak güvensizlik refleksi, kamuoyunun teknik düzenlemelere dair bilgisizliğini ve bilimsel uzmanlıkla kurulan mesafenin ne kadar tehlikeli olabileceğini gözler önüne seriyor.

3. İklim Adaletinin Sulandırılması

ABD’de Project 2025, çevresel adalet politikalarını “woke ideoloji” yaftasıyla karalamaya çalıştı. Aynı şekilde Türkiye’de de “adil geçiş” gibi kavramlar “Batı’nın uydurması” veya “eşitsizlikleri artıracak projeler” gibi yansıtıldı. Hâlbuki hem ABD’de hem Türkiye’de bu yaklaşımlar, çevre yükünü daha çok taşıyan yoksul grupların korunması için öneriliyordu.

Bu noktada “çevresel adalet”in bir sınıf meselesi olduğunun üzeri çizildi. Oysa Erzincan’daki maden felaketinde olduğu gibi, çevre krizleri en çok emeğiyle yaşayan sınıfları etkiliyor.

4. Anlamlı Bir Ayrım: Devletin Rolü

Ancak bu benzerlikler kadar önemli olan bir fark da var: ABD’de Project 2025 tamamen yürütmenin ürünü ve devleti içeriden dönüştürmeyi amaçlayan bir strateji. Türkiye’de ise iklim inkârcılığı, paradoksal biçimde, yürütmenin sunduğu bir kanun teklifine karşı — Meclis dışından gelen — sosyal medya merkezli bir dalga olarak yükseldi.

Yani Türkiye’deki “inkâr kampanyası”, devletten değil, toplumun belirli kesimlerinden geldi. Bu durum, Türkiye’de devletin pozisyonunu açık ve tartışmaya değer bir şekilde ortaya koyuyor: Türkiye devleti ilk kez bir iklim yasası hazırlamışken, toplumsal güvensizlik ve dijital manipülasyon bu çabayı sekteye uğrattı.

5. Ortak Risk: Kamusal Tartışmanın Zayıflaması

Her iki ülkede de ortak olan asıl tehlike, kamusal tartışmanın yerini komplo kültürünün almasıdır. Tartışmak yerine reddetmek, eleştirmek yerine yalanlamak, değerlendirmek yerine itibarsızlaştırmak… Tüm bu eğilimler, ister Project 2025’in kurumsallaşmış inkârında ister Türkiye’deki dijital savrulmada olsun, demokratik kamusal alanın zayıfladığını gösteriyor.

Anadolu’nun Gözyaşları: Kuraklık, Tarım ve Direnç

2025’in ilkbaharı, Türkiye’nin bereketli topraklarına kuraklık haberiyle geldi. Mart ve Nisan aylarında sıcaklık rekorları kırılırken, yağışlar normalin %59 altında kaldı. Bu yalnızca bir meteorolojik istatistik değil; sofradaki ekmeği, pazardaki sebzeyi, tarladaki emeği tehdit eden bir durum. Anadolu’da “mevsimler kaydı” artık halk arasında bir deyim değil, acı bir gerçeklik.

Kuraklık Haritası: Konya’dan Aydın’a Alarm

Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2025 kışı yağış açısından yetersizdi. Özellikle İç Anadolu, Ege ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri önümüzdeki yaz aylarında ciddi kuraklık riskiyle karşı karşıya.

Konya Ovası: Türkiye’nin en büyük buğday, arpa ve pancar üretim merkezi. Ancak yeraltı suları hızla tükeniyor. Sulama yapılamaz hale gelirse, bu ürünlerde %30’a varan verim kaybı bekleniyor.

Aydın: Zeytin, incir ve üzüm üretiminde lider. Ancak valilik, sulama sezonunda %50 su kısıtlaması getirdi.

Güneydoğu Anadolu: Mısır ve pamuk üretimi için kritik bölge. Sulama sistemleri yetersiz; Şanlıurfa ve Mardin’de üreticiler belirsizlik içinde.

Uzmanlara göre, Türkiye kişi başına düşen su potansiyeli bakımından artık “su fakiri” bir ülke. İzmir’de bu oran 600 metreküp civarında; Avrupa ortalamasının dörtte biri. Bu tablo, suyu bir iklim meselesi olmanın ötesinde bir yaşam hakkı meselesi haline getiriyor.

İklim Krizinin Ekonomik ve Sosyal Bedeli

Kuraklık yalnızca tarım üretimini değil, kırsal ekonomiyi de tehdit ediyor:

•Ürün azalınca fiyat artıyor Enflasyon artıyor.

•Küçük çiftçiler zarar ediyor Göç artıyor.

•Yeraltı suyu kullanımı artıyor Ekolojik denge bozuluyor.

Bu tablo, iklim krizinin yalnızca çevreci bir gündem olmadığını; ekonomiden sağlığa, sosyal adaletten toplumsal huzura kadar her alana yayıldığını gösteriyor.

Direnç Mümkün mü?

Evet, mümkün. Ama bunun için:

•Yerel iklim eylem planları zorunlu olmalı, sadece “hazırlanıyor” demek yetmez.

•Adil geçiş fonları acilen hayata geçirilmeli. Küçük çiftçilere, kuraklığa dayanıklı tohum desteği, sulama yatırımı, teknik danışmanlık sağlanmalı.

•Veri temelli planlama yapılmalı. Kuraklık erken uyarı sistemleri yaygınlaştırılmalı. AFAD ve Meteoroloji iş birliği, sadece afetten sonra değil, öncesinde etkin olmalı.

İklim Kanunu’nun ihtiyatlılık ilkesi burada hayat bulmalı. Yani “bilimsel belirsizlik varsa bile, risk yüksekse önlem al” yaklaşımıyla hareket edilmeli. Konya’daki buğday, Aydın’daki zeytin, yalnızca tarım ürünü değil; bu coğrafyanın kültürel, tarihsel ve sosyal kodları.

Komplo Teorilerinin Gölgesinde: Türkiye’de İklim İnkârcılığı

Türkiye, 2025’te iklim değişikliğiyle mücadele için tarihî bir adım atmaya hazırlanırken, bu adım sosyal medyada ve kimi siyasi çevrelerde hızla hedef haline geldi. “İklim Kanunu”, daha Meclis’te kapsamlı biçimde tartışılmadan önce, hakkında yaygın ve çoğu zaman dayanaksız olan bir bilgi akışıyla karşılaştı. Bu, bilimsel bir metin etrafında gelişen olağan bir kamuoyu tepkisinden çok, kolektif bir inkâr dalgasıydı.

#İklimYalanı: Dijital Bir Panik Anı

2025’in Nisan ayında Twitter’da #İklimYalanı etiketiyle paylaşılan 15.000’in üzerinde gönderi, bir anda dikkatleri üzerine çekti. Bunların önemli bir kısmı, bilimsel temele dayanmayan, hatta İklim Kanunu metninde hiç yer almayan iddialar üzerine kuruluydu.

Bu söylemler, özellikle kırsal bölgelerde ve muhafazakâr tabanda yankı buldu. Fakat önemli olan nokta şu: Bu iddiaların hiçbiri İklim Kanunu taslağında yer almıyordu. Yani tartışma bir hukuk metni üzerinden değil, onun hayalî bir versiyonu üzerinden yürütülüyordu.

Trumpçılıkla Paralellik: “Küresel Elitler” ve “Kandırmaca” Söylemleri

Bu noktada, Türkiye’deki iklim inkârcılığının söylemsel yapısı ile Trump yönetiminin çizdiği çerçeve arasında dikkat çekici benzerlikler var:

Trumpçılık (ABD) İklim İnkârcılığı (Türkiye)
Paris Anlaşması ‘Amerika’ya zincir’ SKDM ‘Türkiye’ye ekonomik saldırı’
Bilimsel kurumlar ‘küresel elitlerin oyuncağı’ İklim Kanunu ‘küresel dayatma’
Temiz enerji ‘pahalı ve gereksiz’ Yenilenebilir enerji ‘teknolojik sömürgecilik’
NOAA ve EPA fonları kesilsin İklim Başkanlığı lağvedilsin
Ağaç kesimi serbest olsun Kömürden vazgeçmek ihanettir

Bu söylemler, sadece bilimsel bilgiye değil, devletin planlama yeteneğine de doğrudan saldırı niteliğinde. Siyasi aktörlerin bazılarının da bu komplo dilini içselleştirmesi, konunun rasyonel zeminden kopmasına neden oldu.

Kolektif Şüphe Dalgası: Aşı Karşıtlığından İklim İnkârına

Bu tür inkârcı reflekslerin arka planında pandemi döneminden miras kalan bir kurumsal şüphecilik yer alıyor. Aşı karşıtlığıyla başlayan bu dalga, çevre politikalarına yönelmiş durumda. Lancet’in 2024 tarihli çalışmasına göre, “bilimsel elitlere güvensizlik”, iklim krizini inkâr eden bireylerde en yaygın ortak özellik.

Buna bir de dijital medya algoritmalarının yankı odaları eklendiğinde, gerçek dışı bilgilerin çok hızlı yayılması mümkün hale geliyor. İklim Kanunu, bilimsel bir reform olmanın ötesine geçip, bir kimlik mücadelesi nesnesi hâline dönüşüyor.

Halkı Anlamak: Kaygıların Temeli Boş Değil

Bu noktada inkârcılık sadece cehaletle açıklanamaz. Gerçek şu: İnsanlar ekonomik kriz içinde, gelecek kaygısıyla yaşıyor. Fosil yakıt yerine güneş enerjisi dendiğinde, “kendi tarlasına panel kurmak için bile parası olmayan” çiftçi doğal olarak tepki veriyor. İklim politikalarının adaletli ve katılımcı bir biçimde uygulanmaması, bu şüpheleri derinleştiriyor.

Dolayısıyla çözüm, yalnızca komplo teorilerini çürütmek değil; aynı zamanda bu kaygılara sosyal politika cevapları vermek.

İklim Kanunu: Bir Umut Söylencesi mi, Gecikmiş Bir Zorunluluk mu?

2025’in Şubat ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan İklim Kanunu Teklifi, ülkenin uzun süredir ihtiyaç duyduğu yapısal bir çerçeveyi ortaya koydu. Avrupa Birliği ile uyumlu bir şekilde emisyon azaltımı, yeşil finansman, iklim risk yönetimi ve enerji dönüşümü hedeflerini içeren bu kanun, sadece çevresel değil, aynı zamanda ekonomik ve diplomatik bir yol haritası niteliği taşıyor. Yine de, toplumsal tartışmaların ortasında teknik detaylar arka planda kaldı.

Kısaca Kanun Ne Getiriyor?

Kanunun özü, iklim değişikliğine karşı ülke çapında sistematik bir mücadele başlatmak. En önemli başlıklar şunlar:

Emisyon Ticaret Sistemi (ETS): Sanayi tesislerinin karbon salımına parasal değer biçilecek. Kirleten daha çok ödeyecek.

İklim Değişikliği Başkanlığı: Bakanlıklar arası eşgüdümü sağlayacak, iklim politikalarının teknik ve hukuki altyapısını oluşturacak.

Yeşil Taksonomi: Hangi yatırımların çevresel sürdürülebilirliğe uygun olduğunu belirleyecek bir sınıflandırma sistemi.

Yerel İklim Eylem Planları: Belediyelere iklim riski yönetimi ve kentsel dönüşümde yeşil kriterler getirilmesi hedefleniyor.

İklim Uyum Mekanizmaları: Erken uyarı sistemleri, afet riski modellemeleri, tarımda kuraklık ve sel gibi felaketlere hazırlık.

Yani kanun, yalnızca çevre korumayı değil, aynı zamanda gelecekteki ekonomik krizlerin, tarımsal kayıpların ve kamu sağlığı risklerinin önüne geçmeyi amaçlıyor.

Peki Neden Gerekli?

Çünkü artık elimizde sadece bilimsel projeksiyonlar değil, yaşadığımız somut felaketler var. Örneğin:

•Mart-Nisan 2025’teki don olayları Türkiye’nin dört bir yanında meyve ve sebze üretimini vurdu.

•İzmir, Aydın ve Konya gibi bölgelerde baraj seviyeleri kritik eşiğin altına indi; bazı yerlerde sulamaya %50 kısıtlama getirildi.

•2025’in yazı daha yaşanmadan, Türkiye 1970’lerden bu yana en kurak baharını geçirdi (MGM, 2025).

•Ülkede kış yağışları normallerin %32 altında; buğday, mısır, arpa ve pancar üretiminde ciddi risk söz konusu.

İklim Kanunu, işte tam da bu tür senaryolara karşı yasal ve finansal koruma mekanizmaları getirmeyi hedefliyor. Aynı zamanda AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) gibi dış ticareti doğrudan etkileyecek sistemlere karşı Türkiye’yi hazırlıyor.

Neden Bir Söylence Olarak Algılanıyor?

İklim Kanunu’nun metni oldukça teknik. “Taksonomi”, “karbon fiyatlama”, “uyum stratejisi” gibi kavramlar günlük yaşamdan oldukça uzak görünüyor. Oysa bu kavramlar doğrudan içme suyu, gıda fiyatları, iş güvenliği gibi hayati alanlara etki ediyor.

İşte tam da bu noktada bu teknik dili sadeleştiren ve kamuoyunu bilgilendiren bir köprü oluşturulması çok kritik. İklim değişikliğinin halk sağlığı, sosyal adalet ve gıda güvenliğiyle nasıl iç içe geçtiğini anlatmak, kanunun “bir şirketler yasası” değil, toplumun geleceğiyle ilgili bir düzenleme olduğunu göstermek gerekiyor.

Sonuç: Soluk Mavi Nokta’nın Gölgesinde — Karşı Kıyılardan Yükselen Dalgalar

2025’in ilk 100 günü, yalnızca ABD için değil, dünya için de bir kırılma anıydı. Donald Trump’ın ikinci döneminin ilk aylarında aldığı çevre karşıtı kararlar, yalnızca Amerika’nın yeşil gündemini ters yüz etmedi; aynı zamanda gezegenin ortak iklim rejimine ve çevresel kırılganlıklara ağır darbeler indirdi. Çevresel kurumların dağıtılması, bilimsel birikimin sistematik biçimde tasfiyesi, fosil yakıt lobilerinin yeniden merkezde konumlandırılması — bunların her biri, “soluk mavi nokta”nın kaderini doğrudan etkileyen adımlardı.

Bu kararlar, yalnızca bir ülkenin iç siyaseti gibi okunamaz. ABD gibi küresel sera gazı emisyonlarının %25’inden sorumlu bir ülkenin yön değişikliği, Türkiye gibi ülkelerde iklim yasalarının geleceğini doğrudan etkiliyor. Project 2025’in vizyonu yalnızca Amerikan demokrasisini değil, küresel çevre mücadelesini de baskı altına alıyor.

Aynı dönemde Avrupa Birliği’nde de yeşil politikalar, aşırı sağın ve popülist hareketlerin yükselişiyle zayıflatılmaya başlandı. Çiftçilerin protestoları, SKDM’ye karşı çıkan siyasi akımlar, karbon vergisinin “köylüye ihanet” olarak sunulması — bunlar, iklim krizinin yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda toplumsal meşruiyet sorunu hâline geldiğini gösteriyor.

Bu koşullarda, Türkiye gibi ülkelerin önünde iki seçenek var: Ya “dışarıdan dayatılan düzen” söylemlerine sığınıp inkârın konforuna teslim olmak; ya da iklim krizini toprakla, suyla, emekle bağ kurarak kendi kavramlarımızla, kendi mücadele biçimlerimizle ele almak.

Türkiye, artık sadece “uyum sağlayan” değil, yeşil dönüşüme öncülük eden bir ülke olabilir. Bunun için bilime, katılımcılığa ve adalete dayalı bir söylem geliştirmek gerekiyor. Erzincan’daki maden sızıntısından, Konya’daki yeraltı su krizine kadar her olay; bize inkârın bir seçenek olmadığını gösteriyor.

Çünkü bu kriz yalnızca atmosferde değil, soframızda, evimizde, sokakta yaşanıyor. Fosil yakıt şirketlerinin lobi gücü, sahte bilim tartışmalarını ve “yaşam tarzı elden gidiyor” korkularını besliyor. Ama bu korkulara karşı koymanın yolu, sadece bilimsel bilgiyle değil, insani bir söylenceyle mümkündür.

İklim Kanunu bu bağlamda mükemmel bir yasa olmayabilir ama doğru bir başlangıçtır. Bu tür yasalar yalnızca teknik metinler değil; bir ülkenin kendi geleceğiyle yaptığı sözleşmelerdir.

Amerika’da alınan bir karar, Türkiye’de suya erişimi, tarım ürünlerinin ihracatını ve insan sağlığını etkiliyor. Bu nedenle, tüm ülkeler —ve özellikle tarihsel sorumluluğu büyük olanlar— artık ikiyüzlü çevre politikalarından, “kendi çıkarım kadar sorumluyum” tutumundan vazgeçmeli. Türkiye ise “Batı dayattı” bahanesine sığınmak yerine, kendi toprağını ve insanını korumak adına yeşil dönüşüme öncülük etmeli.

Soluk mavi noktada yalnız değiliz. Ama yalnız kalmamak için, hep birlikte sorumluluk almak zorundayız. Geleceğe doğru yürüdüğümüz bu yolda, yönümüzü komplo teorileri değil; bilim, etik ve ortak akıl belirlemeli.

 

Sözlük: Kilit Kavramlar

Soluk Mavi Nokta (Pale Blue Dot)

Carl Sagan’ın, Voyager 1 uzay aracının çektiği Dünya fotoğrafına verdiği isim. “Burada yaşıyoruz. Tüm tarihimiz burada geçti. Başka bir yer yok.” Sagan’ın bu betimlemesi, iklim krizine karşı ahlaki sorumluluğun ve kolektif bilincin sembolüdür.

İklim İnkârcılığı

Bilimsel kanıtlarla desteklenen iklim değişikliğini inkâr eden veya küçümseyen tutum. Genellikle ekonomik çıkarlar, ideolojik önyargılar ya da popülist söylemlerle beslenir. Trump yönetimi ve Project 2025 bu inkârcılığın sistematik örneklerindendir. Türkiye’de de “Kurban Bayramı yasaklanacak” gibi söylemlerle benzer bir dalga görülmüştür.

Project 2025

ABD’de Heritage Foundation tarafından hazırlanan, Trump’ın ikinci dönemine yön vermesi beklenen muhafazakâr politika manifestosu. Çevre koruma kurumlarının dağıtılması, iklim politikalarının “küresel komplo” olarak sunulması ve bilimsel kamu yönetiminin tasfiyesi gibi önerileriyle dikkat çeker. Aynı zamanda sosyal politikalar, göçmenlik ve eğitim gibi alanlarda da kapsamlı bir yeniden yapılanma planıdır.

İklim Kanunu (Türkiye, 2025)

TBMM’ye 2025 Şubat’ında sunulan ve Türkiye’nin ilk kapsamlı iklim yasası olmayı hedefleyen tasarı. Emisyon ticaret sistemi, yeşil finansman, yerel uyum planları ve ihtiyatlılık ilkesi gibi mekanizmaları içerir. Ancak bilimsel bir çabanın “komplo”ya dönüştüğü bir kamuoyu kriziyle karşılaştı.

Emisyon Ticaret Sistemi (ETS)

Sera gazı emisyonlarına parasal bir değer biçen piyasa tabanlı mekanizma. “Kirleten öder” ilkesine dayanır. Şirketlere verilen emisyon izinleri alınıp satılabilir. Türkiye bu sistemi AB’ye uyum amacıyla hayata geçirmeye çalışmaktadır.

Kirleten Öder İlkesi

Çevresel zarara neden olan kişi ya da şirketlerin bu zararın bedelini üstlenmesini öngören temel çevre hukuku prensibi. ETS, bu ilkenin piyasa aracılığıyla uygulanmasıdır. Trump yönetimi, bu ilkeye dayanan tüm düzenlemeleri geri çekmeye çalıştı.

Yeşil Taksonomi

Hangi yatırımların çevresel açıdan sürdürülebilir sayılacağını belirleyen sınıflandırma sistemi. Yatırımcıların “yeşil yıkama”dan (greenwashing) kaçınmasına yardımcı olur. Türkiye’nin 2025 İklim Kanunu bu sistemi bir “yeşil yatırım rehberi” olarak tanımladı.

İhtiyatlılık İlkesi

Bilimsel kesinlik olmasa bile, ciddi veya geri döndürülemez bir çevresel zarar riski varsa önlem alınması gerektiğini ifade eden yaklaşım. Erken uyarı sistemleri ve risk modellemeleri bu ilkenin uygulama alanlarıdır.

Paris İklim Anlaşması

2015 yılında 196 ülke tarafından kabul edilen uluslararası anlaşma. Hedefi, küresel sıcaklık artışını 2°C’nin altında, tercihen 1.5°C ile sınırlamak. Trump yönetimi bu anlaşmadan iki kez çekildi. Türkiye ise 2021’de onayladı ve 2053 net sıfır hedefi koydu.

Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM)

AB’nin 2026’da yürürlüğe girecek olan düzenlemesi. Karbon fiyatlandırması yapmayan ülkelerden gelen ürünlere ek vergi uygulanacak. Türkiye bu mekanizmadan etkilenmemek için ETS sistemini kurmaya çalışıyor.

Crowd-Scale Deliberation (Kitlesel Ölçekli Müzakere)

MIT Profesörü Mark Klein tarafından önerilen katılımcı karar alma modeli. Çok paydaşlı sorunlarda, bireylerin farklı bakış açılarını sistematik biçimde tartışabileceği ve ortak çözümler geliştirebileceği dijital platformlar önerir. İklim yasası gibi teknik ve tartışmalı süreçler için etkili bir demokratik modeldir.

İklim Adaleti

İklim krizinin etkilerinin eşit dağılmadığı; yoksul, kırılgan ve katkısı en az olan toplulukların en ağır bedeli ödediği gerçeğinden yola çıkar. Adil geçiş, sosyal koruma ve kolektif sorumluluk gibi ilkeleri kapsar. Türkiye’de Erzincan’daki maden felaketi gibi olaylar bu eşitsizliği açıkça ortaya koyar.

İklim Söylencesi

Bu yazının temel kavramsal çerçevesi. Bilimin rehberliğinde ama toplumların değerleriyle anlam bulan, gelecek tahayyülüne dair bir kolektif anlatı. Yasalar teknik belgeler olabilir ama ancak söylenceye dönüştüklerinde halkı dönüştürme potansiyeli taşırlar.

Benzer Yazılar

Susuzlaştırma: Kuruyan Topraklar, Çekilen Sular ve Çalınan Gelecek
Avrupa'nın Elektrik Geçişi ve Türkiye'nin Süper Şebeke Vizyonu (2025 Analizi)
Sytnyk v. Ukraine Kararı: Yolsuzlukla Mücadele mi, Siyasi Tasfiye mi?
Yapay Zekanın Çevresel Etkileri
Akıllı İlaç Bedellerini Devlet Ödeyecek mi?
Afşin-Elbistan'da Susuzlaştırma: Kuruyan Topraklar ve Çalınan Gelecek -1-"
Cumhurbaşkanlığı Örgütlenmesi
Kurgusal Karakterlerin Hakları
100 Gün, Tek Bir Yön: Project 2025’in Küresel Çevre Rejimine Darbesi ve Türkiye’nin Sınavı
Gönenç Gürkaynak Söyleşisi
Afşin-Elbistan'da Susuzlaştırma: Kuruyan Topraklar ve Çalınan Gelecek -1-"
Avrupa'nın Elektrik Geçişi ve Türkiye'nin Süper Şebeke Vizyonu (2025 Analizi)
100 Gün, Tek Bir Yön: Project 2025’in Küresel Çevre Rejimine Darbesi ve Türkiye’nin Sınavı
Sytnyk v. Ukraine Kararı: Yolsuzlukla Mücadele mi, Siyasi Tasfiye mi?
Emeklilerin Örgütlenme Hakkı; AYM, AİHM Kararları ile Kuşaklararası Adalet İlkesi
İklim Kanunu Tartışmalarında Yeni Bir Dönemeç: Bilgi, Ortak Akıl ve Kamusal Sorumluluk
Hukuki Açıdan Marka ve Tescil Süreci