Medice, cura te ipsum
(Doktor, sen önce kendini iyileştir)
Tıp tarihi, insanlık tarihi kadar eskiye uzanır. Bu tarihin başrolleri, hekimler, önceleri tabiatı ve dinsel temaları; sonrasında ise bilimsel gelişmeleri ve teknolojiyi kullanarak, insan organizmasında meydana gelen anormal değişiklikleri iyileştirmişler ve evrimsel sürecin “zayıflar” için de devam edebileceği umudunu var eden bireyler olarak ön plana çıkmışlardır. Bu sebepledir ki, Mezopotamya uygarlıklarında hekimlere “suyu tanıyan kişi” anlamına gelen Azu ismi verilmiştir. Hekimlere verilen değer şuradan anlaşılmaktadır; bu uygarlıkta su, hayatın özüdür. Ayrıca, toplumsal sınıf ayrımının olduğu tüm toplumlarda yüksek mertebelerde kendilerine yer edinmişlerdir.
Hammurabi Kanunlarından Kudüs Mahkemelerine Hekimlerin Sorumluluğu
Hekimlerin sorumluluğu konusu, ilk kez Hammurabi Kanunları’nda yer alan meslek hataları için uygulanacak cezalar ile ortaya konmuştur. Hammurabi Kanunları’nda yer alan 282 yasadan dokuzunun (215-223) tıbbi uygulamalarla ilgili olduğu görülmüştür. Bu yasalarda; hekimin operasyon esnasında birini öldürmesi veya gözünü çıkarması durumunda, doktorun elinin kesileceği, bu kişinin azatlı bir kişinin kölesi olması durumunda, doktorun köleyi başka bir köle ile değiştireceği hüküm altına alınmıştır. Ayrıca, Hammurabi Kanunları’nda; doktorun hastayı iyileştirmesi durumunda alacağı ücret ve daha küçük zararlara sebebiyet verdiği hallerde ödeyeceği maddi tazminat tutarları da belirlenmiştir.
Hekimin sorumluluğuna ilişkin olarak ilk içtihatlar ise 12. ve 13. yüzyıllarda Haçlı Seferleri esnasında kurulan “Kudüs Mahkemeleri”nde oluşturulmuştur. Bu kararlarda, hekimin hastasına, hastalığın veya tedavinin taşıdığı risklere ilişkin gerekli aydınlatmayı yapmadığı durumlarda, meydana gelen zararın sonuçlarına katlanacağı ve bileğinin kesileceği gibi hükümlere yer verilmiştir.
Modern Hukukta Hekimin Sorumluluğu
Hukukun dönüşümü ve gelişimi ile beraber sorumluluk hukuku da bedensel sorumluluktan malen sorumluluk anlayışına doğru evrilmiştir. Tıp hukukuna da bu anlayış değişikliği, yukarıda örnekleri verilen el kesme cezalarının yerini maddi tazminatlar alması şeklinde yansımıştır. Bu çerçevede, günümüzde hekimlerin ne gibi durumlarda sorumlu olacağı üzerinde durulması gerekmektedir.
Modern hukuk anlayışlarında, insanın vücut bütünlüğüne müdahaleye izin verilmemektedir. Esasen tıbbi müdahale de bu yönüyle hukuka aykırı bir eylemdir. Özel hukuk açısından, kişilik değerlerine aykırılık oluşturarak Medeni Kanun’un 23 vd. maddelerinin ihlalini; ceza hukuku yönünden de kasten yaralama suçunu meydana getirmektedir. Ancak, hekimlik mesleği çerçevesinde yapılan tıbbi müdahaleler, bazı şartların varlığı halinde hukuka uygunluk kazanacaktır.
Önceleri, geçerli olan “iyileştiren daima haklıdır” anlayışının da etkisiyle, hekimin bu müdahalesini hukuka uygun hale getiren sebebin hakkın icrası olduğu düşünülmekte idi. Günümüzde ise, tıbbi müdahalenin meşruluğundan söz edilebilmesi için temelde “rıza”nın olduğu dört şartın birlikte gerçekleşmesi aranmaktadır. Bunlar; tıbbi müdahaleyi yapanın sağlık personeli olması; endikasyon şartı, yani müdahalenin gerekli olması; aydınlatılmış hastanın rızasının alınması ve tıp biliminin güncel verilerine uygun olmasıdır.
Yukarıda bahsettiğimiz şartların dışında hekimin, tıbbi müdahaleyi özenle yapma yükümlülüğü bulunmaktadır. Hasta ve hekim arasında kurulan hekimlik sözleşmesine vekalet sözleşmesinin hükümlerinin uygulanmasının doğal bir sonucu olarak hekimin, işi sadakat ve özenle bizzat yapma borcu bulunmaktadır. Bu sebeple, yukarıda sayılan dört şartın bir arada bulunmasına rağmen bir tıbbi müdahalede, hekim müdahaleyi özensiz, dikkatsiz ve tıp biliminin verilerine uygun olmayan bir biçimde yaptığı ihtimalde; cezai ve hukuki anlamda sorumlu olacaktır.
Hekim, bu yükümlülüklere uymaması durumunda kusurlu sayılacak ve kusurun kendine atfedilemeyeceğini ispat etmedikçe, Türk Borçlar Kanunu madde 112’e göre tazminat sorumluluğu doğacaktır. Buradaki kusurun yüklenilmesi ise uygulamada malpraktis-komplikasyon ayrımında saklıdır.
Malpraktis – Komplikasyon Ayrımının Önemi
En basit tanımıyla malpraktis, sağlık personelinin bilgi ve beceri eksikliğinden kaynaklanan ve tıbbi standartlara uygun olmayan uygulamaları neticesinde hastanın zarar görmesidir. Komplikasyon ise, tıbbi standartlar kapsamında gerçekleşen, öngörülemeyen ve istenmeyen sonuç ve yan etkilerdir. Özetle hekim, tıbbi müdahale sonucu gerçekleşen zararın bir komplikasyondan ileri geldiğini ispat etmedikçe, özen yükümüne uymaması sebebiyle, tıbbi kötü uygulamaya (malpraktis) bağlı tazminat davaları ile karşı karşıya kalabilecektir.Bu davaların konusu, kişilik hakları hatalı tıbbi müdahale sonucu ihlal edilen bireylerin zararlarının tazmin edilmesidir. Hak sahiplerinin, üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korunması, devletlerin pozitif yükümlülükleri arasındadır. Ancak, bu koruma yükümü yerine getirilirken, özellikle kamu hizmeti ifa eden görevlilerinin mesleki motivasyonlarını düşürecek ve dolayısıyla kamu hizmetini riske edecek uygulamalardan da kaçınılması gerekmektedir (AİHM, VASILEVA v. BULGARIA, Başvuru No:23796/10, Karar T.:17.03.2016).
Defansif (Çekinik) Tıp
Bu noktada, hekimin hatalı tıbbi müdahalesine karşı korunan hasta haklarının yanında, hekimin sürekli dava tehdidi altında kalması, son yıllarda bir kavramın ön plana çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu kavram, defansif (çekinik) tıp olarak adlandırılmaktadır.
Defansif tıp, “hekimin ceza veya hukuk davalarıyla karşılaşmamak, tazminat ödememek, sigorta poliçe primlerini artırmamak amacıyla aşırı korumacı veya çekingen davranarak tanı ve tedaviye yönelik tıbbi uygulamaları gereksiz kullanması ve malpraktis davası ile sonuçlanma riski olan uygulamalardan kaçınması” şeklinde tanımlanmaktadır.
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, defansif tıp iki ayrımda incelenebilecektir. Bunlardan ilki, hekimin hukuki veya cezai sorumluluk endişesiyle tanı ve tedavi prosedürlerini gereğinden fazla kullanması olarak tarif edilen pozitif defansif tıp; diğeri ise, hekimin komplikasyon riski yüksek müdahalelerden kaçınması yoluyla oluşan negatif defansif tıptır.
Defansif tıp davranışları başlıca şu şekilde sayılabilir:
- Tıbbi bir gereklilik olmaksızın tetkik isteme, ilaç yazma ve hasta yatışı verme,
- Hasta için fazladan konsültasyon isteme,
- Görüntüleme tekniklerini daha sık kullanma,
- Tedavi imkanı olduğu halde riskli hastaları sevk etme; agresif ve şikayetçi olma olasılığı yüksek olan hasta ve hasta yakınlarından kaçınma,
- Karmaşık medikal problemleri olan hastalardan kaçınma ve komplikasyonları yüksek tedavilerden kaçınma.
Bu tip davranışların uygulamadaki karşılığına bakacak olursak; 2008 yılında, çeşitli branşlardan 762 hekimle yapılan bir araştırma, hekimler arasında pozitif defansif tıp davranışlarının görülme oranını %79,74, negatif defansif tıp davranışlarının görülme oranını ise %75,66 olarak ortaya koymuştur.
Defansip Tıp Davranışlarının Topluma Maliyeti
Hekimler arasında bu denli yüksek oranla uygulanan defansif tıbbın ekonomik ve hukuki sonuçları dikkate alınmalıdır. Özellikle, tıbbi teknolojilerin maliyetlerinin yüksekliği, devletlere ve dolaylı olarak topluma mali külfet oluşturmaktadır. Örneğin, Massachusetts Medical Society tarafından 2008 yılında yayınlanan bir defansif tıp araştırması, bu tarz davranışların Massachusetts eyaletine maliyetinin yıllık 1.8 milyar doların üzerinde olduğunu göstermiştir.
Ayrıca, çeşitli çalışmalarda, devletlerin sağlık hizmetleri için harcadıkları toplam tutarın yaklaşık beşte birini, defansif tıp uygulamalarının oluşturduğu ifade edilmektedir. Tüm bu sonuçlarının yanında, özellikle görüntüleme tekniklerinin tıbbi bir gereklilik olmaksızın kullanılması veya risklilik sebebiyle müdahaleden kaçınılması, hastalar için büyük bir sağlık tehlikesi de yaratmaktadır.
Defansif tıp davranışlarının yaygınlaşması, sağlık sisteminin kilitlenme ihtimalini gündeme getirmiştir. Bu çerçevede, her iki tarafın da mağduriyetini azaltmak maksadıyla zorunlu sigorta kurumu ön plana çıkmıştır. İşte bu sebeple; priminin yarısı hekimlerin kendileri tarafından, diğer yarısı döner sermayesi bulunan kurumlarda döner sermayeden, döner sermayesi bulunmayan kurumlarda kurum bütçelerinden ödenen zorunlu mesleki mali sigorta uygulaması getirilmiştir.
Zorunlu mesleki mali sorumluluk sigortasına dair düzenleme, 1219 sayılı “Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun”un, Ek 12’inci maddesinde yer almaktadır. Bu düzenlemeye göre, kamu sağlık kurum ve kuruluşlarında veya özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan ya da mesleklerini serbest olarak icra eden tabip, diş tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanlar, tıbbi kötü uygulama sebebi ile kişilere verebilecekleri zararlar ile bu sebeple kendilerine yapılacak rücuları karşılamak üzere mesleki malî sorumluluk sigortası yaptırmak zorundadır.
Mesleki mali sorumluluk sigortasının kapsamına bakılacak olursa, hekimlerin poliçe kapsamındaki mesleki faaliyetlerinin ifası sırasında ve mesleki faaliyeti nedeniyle verdikleri zararlara bağlı olarak sözleşme süresi içinde kendisine yapılan tazminat taleplerine karşı, poliçede belirlenen limitler dâhilinde teminat sağlar.
Zorunlu sigorta sistemi, hekimleri hukuki sorumluluk sebebiyle maruz kalabilecekleri mali yükten kurtarmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, zarar görenler bakımından, kendilerine zarar veren hekime yönelik tazminat alacaklarını karşılayacak kuvvetli bir mali gücü olan kuruluşa başvurma imkânı sağlamaktadır.
Zarar görenlerin başvurma hakkına sahip oldukları, kuvvetli mali güce sahip bir diğer kuruluş ise tıp sisteminin üçüncü sacayağı olan hastanelerdir. Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 43. maddesinde “Hasta haklarının ihlali halinde, personeli istihdam eden kurum ve kuruluş aleyhine maddi veya manevi veyahut hem maddi ve hem de manevi tazminat davası açılabilir.” hükmü yer almaktadır.
Bu çerçevede, salt sağlık personelinin hatasından kaynaklanan durumlarda dahi dava hastaneye yöneltilebilecektir. Bu hüküm özel sağlık kurumlarında uygulama bulacaktır. Zira halihazırda, Anayasa’nın 129. maddesinin 4. fıkrası uyarınca kamu hastanelerinde çalışan hekimlere karşı doğrudan dava açılamayacak, talepler ancak idareye yöneltilebilecektir.
Hastanelerin sorumluluklarının kaynağı, hastane ile hasta arasında akdedilen, iş görme ediminin üstlenildiği vekalet sözleşmesi benzeri bir hastane kabul sözleşmesidir. Bu iş görme sözleşmesinde, hastanenin yüklendiği asli edim, sağlık hizmeti sunmaktır. Hastane, yüklendiği asli borcu, yan yükümlülüklere de uyarak yerine getirirken Türk Borçlar Kanunu madde 116 kapsamında, ifa yardımcısı olan sağlık çalışanlarını kullanır. Sağlık çalışanlarının başında da hekim gelir. Yükümlülüklerin yerine getirilmemesinde kusuruyla sorumlu olan ifa yardımcılarının hatalarından sorumlu olmakla beraber, hastanelerin rücu hakları saklıdır.
Sağlık Çalışanlarının Maruz Kaldığı Şiddet
Tüm bu süreç göz önünde bulundurulduğunda, sorumluluk konusunun gelişimi ile beraber hakları ihlal edilen bireylerin zararlarını tazmin konusunda başvurabilecekleri yolların öngörülmüş olması, hukuk düzleminde önemli gelişmelerdir. Bunun yanında, hekimlerin hakları ve mesleki güvenceleri de zorunlu sigorta sistemi, hastanelerin sorumluluğunun genişletilmesi yolları ile desteklenmeye çalışılmıştır. Ancak uygulamada çok daha başka yapısal aksaklıklar mevcuttur. Bunlardan en dikkat çeken ikisi; yoğun çalışma temposu ve sağlık çalışanlarının maruz kaldığı şiddet olaylarıdır.
Dünya Tabipleri Birliği ve Türk Tabipleri Birliği tarafından sağlık hizmetinin nitelikli sunumu ve iyi hekimlik için, hasta başına ayrılması gereken sürenin en az 20 dakika olması gerektiği belirtilmektedir. Avrupa Birliği ülkelerinde de, hasta başına 20 dakika ayrılması kuralına uyulmaktadır.
Hasta-hekim arasındaki ilişki, hekimin mesleki bilgisinin ağırlıklı olduğu ve bu bilgiyi kullandığı, eşit düzeyde olmayan iki insan arasında kurulmakta olduğundan, bu ilişkide güven duygusunun önemi büyüktür. Güveni tesis edecek en önemli unsurlar olan hastanın bilgilendirilmesi ve sağlıklı bir hasta-hekim iletişimi için ise doğal olarak yeterli süreye ihtiyaç vardır. Ülkemizdeki 5 dakikalık ortalama randevu süresi gözetildiğinde, bu sürenin güven ilişkisinin ve iyi iletişimin kurulması için yeterli olmayacağı açıktır.
İletişimin kurulamadığı, güven ilişkisinin oluşmadığı durumlar ise hukuki uyuşmazlıklara sebebiyet vermektedir. Ülkemizde randevu sürelerinin kısalığına karşıt olarak, yargılama süreleri alabildiğine uzundur. Bu durum da hekimlerin üzerinde baskı yaratırken, hasta tarafında ise tepkiye neden olmaktadır. Ne yazık ki tüm bu unsurlar birleştiğinde bizi bir gerçeğe götürmektedir; şiddet olayları.
Son dönemde, yazılı ve görsel basında hemen hemen her gün karşılaştığımız sağlıkta şiddet olayları, nihayet hukukumuzda bir karşılık bulabilmiş; yeterli olmasa dahi son derece önemli birkaç gelişme bu alanın kaderine terk edilememesi gerektiğini hatırlatmıştır.
Bunlardan ilki, 23 Şubat 2022 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Anayasa Mahkemesi kararıdır. 16.12.2021 tarihli kararda, diğer kamu görevlilerinden farklı olarak sağlık çalışanı olan kamu görevlilerine karşı işlenen tehdit ve hakaret suçlarında, yarı oranında bir artırım yapılmasının ve anılan suçlardan verilen cezalarda erteleme hükümlerinin uygulanmasının eşitlik ilkesine aykırı olduğu iddiasıyla yapılan bir itiraz incelenmiştir. Anayasa Mahkemesi;
“sağlık hizmetleri niteliği itibariyle belirli bir düzen içinde sunulması gereken, kişilerin ve toplumun varlığı ve huzuru yönünden vazgeçilemez, ertelenemez ve ikame edilemez hizmetlerdendir. Kanun koyucu sağlık çalışanlarına karşı işlenen suçlarda son yıllarda artış olduğunu değerlendirerek itiraz konusu kuralları öngördüğü anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kuralların sağlık personeline karşı anılan nitelikteki suçların işlenmesini önleme amacıyla düzenlendiği açık olup bu amaçla öngörülen farklı muamelenin makul ve nesnel bir temele dayanmadığı söylenemez.”
gerekçesiyle, itiraz konusu kuralların kanun önünde eşitlik ilkesini ihlal etmediği sonucuna ulaşmıştır.
Bir diğer önemli gelişme ise, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve sağlık çalışanlarının özlük haklarına ilişkin düzenlemeleri içeren Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 27 Mayıs 2022 tarihli ve 31848 sayılı Resmî Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe girmesi olmuştur. Buna göre:
- Sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele karşı, görevleri sırasında veya görevleri dolayısıyla işlenen kasten yaralama suçları, tutuklamaya ilişkin katalog suçlar arasına alınmış,
- Kamu veya özel sağlık kurum ve kuruluşları ve vakıf üniversitelerinde görev yapan hekim ve diş hekimleri ile diğer sağlık meslek mensuplarının da tıbbi müdahalelerinden kaynaklı haklarında soruşturma başlatılması izne tabi olmuş,
- Kamu kurum ve kuruluşları ve Devlet üniversitelerinde görev yapan hekim ve diş hekimleri ile diğer sağlık meslek mensuplarının sağlık mesleğinin icrası kapsamında yaptıkları muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin tıbbi işlem ve uygulamalar nedeniyle idare tarafından ödenen tazminattan dolayı ilgilisine rücu edilip edilmeyeceği hususu Kurul kararına bırakılmış,
- Kamu hizmetlerinden yararlanma hakkının engellenmesi suçunun konusunun sağlık hizmetleri olması durumunda verilecek ceza altıda biri oranına kadar artırılmıştır.
Kanun değişikliğine bakıldığında, sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele karşı görevleri sırasında veya görevleri dolayısıyla işlenen kasten yaralama suçu, katalog suç sayılmış ve tutuklama için önemli bir yol açılmıştır.
Bir diğer değişiklik cezada artırım içerirken; en dikkat çekici değişiklik, özelde çalışan hekim veya diş hekimlerinin tıbbi müdahalelerinden kaynaklı olarak haklarında soruşturma başlatılmasında da soruşturma izni alınması usulü getirilmiş olmasıdır. Bu izin, Bakan Yardımcısı, Bakanlık’ın ilgili birimlerinin müdürleri ve iki hekimin oluşturduğu Mesleki Sorumluluk Kurulu tarafından verilecektir.
Düzenlemeler Çözüm Oldu mu?
İlk bakışta, yalnızca 7 kişilik bir kurulun tüm Türkiye’deki hekimlere yönelik soruşturma izinlerini, adaletin hızlı tecelli edebileceği bir şekilde karara bağlamasının mümkün olmadığı aşikârdır. Kaldı ki, yakın dönemde Anayasa Mahkemesi, 1219 sayılı Kanun’da resmi bilirkişilik yetkisi tanınan Yüksek Sağlık Şurası’nın görüşünün alınması için belli bir süre öngörülmemesi ve değerlendirmelerinin uzun sürmesi gibi etmenlerin davaların gereksiz yere uzamasına neden olabileceği gerekçeleriyle ilgili hükmü iptal etmiştir. Böyle yakın bir örnek mevcutken benzerinin, hatta soruşturma izninin dava şartı olması sebebiyle daha kritik bir role sahip halinin yeniden kurulması da uygulamasının yapıldığı şu son 1-2 yılda olumlu bir etki yaratmamıştır.
Kanun değişikliği ile çözüm getirilmeye çalışılan ve yukarıda bizim de ifade ettiğimiz üzere hekimlerin üzerindeki tazminat ödeme riskini alma yolunda atılan –bizce en önemli adım olan– idarenin sağlık çalışanlarının hatalı müdahaleleri dolayısıyla ödemiş olduğu tazminatların sağlık çalışanına rücu edilmesi hususunda Mesleki Sorumluluk Kurulu’nun devreye girmesi olmuştur. Bu konuda usul ve esasların düzenlendiği 15 Haziran 2022 tarih ve 31867 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Sağlık Meslek Mensuplarının Tıbbî İşlem Ve Uygulamaları Nedeniyle Soruşturulmasına ve İdarece Ödenen Tazminatın Rücu Edilmesine Dair Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik yürürlüğe girmiştir. Yönetmelik’in ilgili maddesinde:
Davanın ihbarı ve rücu
MADDE 12-
…
(2) Rücu istemi, kamu kurum ve kuruluşları ve Devlet üniversitelerinde görev yapan sağlık meslek mensuplarının sağlık mesleğinin icrası kapsamında yaptıkları muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin tıbbi işlem ve uygulamalar sebebiyle idare aleyhine açılan davada mahkeme kararına göre idarece ödenen meblağın; ancak kasten görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullandığı kesinleşmiş ceza mahkemesi kararı ile tespit edilmesi halinde ilgili sağlık meslek mensubundan tazminata konu olaydaki kusur oranı gözetilerek Kurul tarafından belirlenen miktarının ödenmesinin istenilmesidir.
hükmü yer almaktadır. Bu hükümde yer alan “kasten görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullandığı kesinleşmiş ceza mahkemesi kararı” ibaresinin problemin çözümünde ekili olamamıştır. Rücuda kasıt aranacağı ifadesi, sağlık çalışanlarının genel olarak taksirli suçlardan yargılandıkları göz önünde bulundurularak getirilmiş olsa da uygulamaya bakıldığında kararların büyük bir çoğunluğunun görevi kötüye kullanma suçundan verildiği görülecektir. Ki, görevi kötüye kullanma suçunun manevi unsuru kasttır, taksirle işlenemez. Bu çerçevede, sağlık çalışanlarının eylemlerinde aranacak kasıt, uygulamada herhangi bir değişiklik yaratmamıştır.
Diğer yandan kesinleşmiş ceza mahkemesi kararının esas alınması ibaresi ise Kanun’da yer almamasına karşın Yönetmelik’te kendine yer bulmuş bir ifadedir. Örneğin, hekimlerin tıbbi müdahale hatalarından zarar gören bireylerin hekimlere yönelik cezai soruşturma başlatma yoluna gitmemesi ve doğrudan tazminat yoluna başvurması; uygulamada kesinleşmiş bir ceza mahkemesi kararının bazı durumlarda hiç var olmamasına neden olabilmektedir. Bu sebeple bu değişik de önemli bir gelişme olarak nitelendirilemeyecektir.
Öte yandan son dönemde hasta-hekim ilişkisindeki gerilmeler ve tarafların birbirlerine karşı yasal haklarını sonuna kadar kullanma eğilimi neticesinde, hastaların kamuda çalışan hekimlere tazminatların ceplerinden çıkmasını sağlamak amacıyla cezai anlamda da soruşturma başlatılması taleplerinin artmasına neden olabilecektir.
Yürürlüğe girdiği günden bu yana tartışmalara sebebiyet veren bu Kanun değişikliği neticesinde, uygulamada, özellikle Mesleki Sorumluluk Kurulu’nun ortalama 10 günlük süre içerisinde hazırlanan ön inceleme raporlarını esas alarak verdikleri kararlarının gerekçeden yoksun oluşu dikkat çekmektedir. Söz konusu kararlara karşı Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne yapılan itirazların da yüzeysel incelenmesi, adil yargılanma hakkının ihlal edilmesine sebebiyet vermektedir.
Anayasa Mahkemesi Kararı
İşte bu çerçevede, kanun değişikliği Anayasa Mahkemesi’ne, Mesleki Sorumluluk Kurulu’nun bağımsız ve tarafsız olması gerektiği; ancak kurulun dava konusu kuralla belirlenen atama usulü ve oluşumu itibarıyla tarafsız olamayacağı, bu durumun hekim ve diğer sağlık çalışanları ile mağdurun adil yargılanma ve etkili başvuru haklarını ihlal edeceği gerekçesiyle taşınmıştır. Anayasa Mahkemesi, 30.11.2023 tarih, 2022/90 E. 2023/201 K. sayılı kararında;
- (Soruşturma İzni) Tıbbi işlem ve eylemlerle ilgili yürütülecek soruşturmalar için Mesleki Sorumluluk Kurulu’na yetki verilmesinin devletin pozitif yükümlülüklerine aykırı olmadığı, yaşama hakkının veya bedensel bütünlüğün ihlal edildiği her durumda ceza soruşturmasının yürütülmesi gibi bir yükümlülük bulunmamakla bu pozitif yükümlülüğün tazminat ya da tam yargı davası sağlanarak yerine getirildiği belirtilmiştir.
- (Mesleki Sorumluluk Kurulu Yapısı) Kurul’da görev alan kişilerin bu alanda yerine getireceği görev ve sorumluluklarının kanunla düzenlenmesi ve Kurulda kamuda görev alma zorunluluğu olmayan ancak nitelikli uzmanlık birikimi gerektiren iki üyenin bulunması hususlarının keyfî uygulamaların önlenmesi amacıyla alınan tedbirler kapsamında değerlendirildiği ve kurul kararlarına karşı etkili denetim mekanizmasının öngörüldüğü (Ankara Bölge İdare Mahkmesine itiraz yolu) ifade edilerek Kurulun yapısının belirlenmesinde Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmadığına karar verilmiştir.
- (Rücu Kararı-Kamu Kurum ve Kuruluşları) Kurulun kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan hekim ve diş hekimleri ile diğer sağlık meslek mensuplarının sağlık mesleğinin icrası kapsamında yaptıkları muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin tıbbi işlem ve uygulamalar nedeniyle idare tarafından ödenen tazminattan dolayı ilgilisine rücu edilip edilmeyeceğine ve rücu miktarına, ilgilinin görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanıp kullanmadığı ve kusur durumu gözetilerek kurul tarafından karar verilmesi hükmünü Anayasa’ya uygun bulmuştur.
- (Rücu Kararı-Devlet Üniversiteleri) Diğer taraftan idari ve mali özerkliğe sahip üniversitelerin yerine geçerek bu kurumların bütçe hazırlama yetkisi üzerinde doğrudan etki doğurabilecek nitelikte karar alma yetkisine sahip bir kurulun oluşturulmasının merkezi yönetimin vesayet yetkisinin sınırlarıyla bağdaşmadığını belirterek düzenlemenin devlet üniversitelerini de kapsamasını Anayasa’ya aykırı olarak değerlendirerek ek 18. Maddenin ikinci fıkrasında yer alan “devlet üniversitelerinde” ibaresinin iptaline karar verilmiştir.
Söz konusu kararda, şu an için Mesleki Sorumluluk Kurulu kararlarına itirazların incelenmesi hususunda ulusal çapta tek yetkili olan, halihazırda olan iş yüküne eklenen itirazları usulen dahi incelemekte zorlanan Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne itiraz yolunun etkili bir itiraz yolu olarak kabul edilmiş, Mesleki Sorumluluk Kurulu’nun çalışma usul ve esaslarında Anayasa’ya aykırılık görülmemiştir. Ancak, yürürlük tarihinden bu yana yaklaşık iki yıllık bir sürede dahi yukarıda açıkladığımız aksaklıklarla devam ettirilen bu sistemin; belirli bir müddet sonra Anayasa Mahkemesi’nin “yapısal sorun” tespit edeceği bir pilot kararına dönüşme ihtimali yüksektir.
Bunların dışında 12 Ağustos 2022 tarih ve 31921 sayılı Resmî Gazete ile yayımlanarak yürürlüğe giren Sağlık Bakanlığı Ek Ödeme Yönetmeliği ile sağlık çalışanlarının maddi açıdan iyileştirilmesine yönelik adımlar atılmıştır. Bu gelişmeler, tam anlamıyla sağlık çalışanlarının refah ve güven içerisinde mesleklerini yerine getirmesi için yeterli olmasa da kayda değer ve gelecek açısından ümit verici gelişmelerdir. Ancak ifade ettiğimiz üzere; henüz düzenlemeler beklentiyi tam anlamıyla karşılamaktan çok uzaktır. Fazla mesai ücretlerindeki adaletsizlikler, hekimlerin şiddete karşı güvenliklerinin temini, randevu sürelerinin sıklığı, geçici görevlendirmeler gibi sorunlara ilişkin hiçbir gelişmenin bulunmaması düşündürücüdür.
Ayrıca toplumun bazı kesimlerindeki hekimlere yönelik bakış açısı ve özellikle sosyal medya üzerinden kimi hekimlerin kullanmış olduğu dil endişe vericidir. Hekimlere silah ruhsatı verilsin propagandaları veya “hastalarınızı beyaz kodla tehdit edebilirsiniz, onlar bundan anlar!” söylemleri; diğer taraftan “artık doktor dövebiliyoruz” anlayışı problemlerin çözüme kavuşmasını sağlamak bir yana hekim-hasta ilişkisinin bozulmasını isteyen kesimler için dayanak noktaları oluşturacaktır.
Kısır Döngü; Çözüm?
Tüm bu açıklamaları birlikte düşündüğümüzde, ülkemizdeki sağlık sisteminin problemlerinin birbirleri ile bağlantılı olduğu görülecektir. Şöyle ki, yoğun çalışma saatleri ve hastaya ayrılan sürenin kısa oluşu ile mesleki maddi tatminin olmayışı; hekim ile hasta arasındaki iletişim-güven problemlerine sebebiyet vermektedir. Bu problemler de büyüyerek olayın yargı önüne taşınmasına neden olmaktadır. Yargılama sürelerinin uzunluğu ve tutarsız yargı kararları; tüm bu süreçte yıpranan tarafları, özellikle hasta tarafını, şiddet içeren davranışlara sevk etmektedir.
Böylece, dava tehdidi ve şiddet baskısıyla mesleğini sürdüremez hale gelen sağlık çalışanları ise defansif tıp eylemleri göstermektedir. Çekinik tıp uygulamaları da tedavi sürelerini ve maliyeti artıracaktır. Bu durum ise, idarenin sağlık çalışanlarına ayıracağı bütçeyi azaltmasına ve hekim başına düşen hasta sayısının artmasına neden olacaktır.
Nihayet geldiğimiz son nokta, en başta ifade ettiğimiz yoğun çalışma saatleri ve hastaya ayrılan sürenin kısalığı olmuştur. İşte bu kısır döngünün, her yıl yapılan yalnızca fiilin işlenmesinden sonraki sürece etki eden ceza artırımları ile kırılamayacağı açıktır. Öncelikle, sağlık çalışanlarının iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması gerekmektedir. Çünkü, fiili önleyebilecek tedbirler varken cezaları artırmak ne kadar anlamlı olacaktır?
Bunun yanında, mesleki mali sorumluluk sigortasında devlet payının yükseltilmesi veya bu hususta kamu fonu oluşturulması, kaldırıldığı iddia edilen performansa dayalı sistemden gerçek manada vazgeçilmesi, fazla mesai ödemelerinin insani miktarlara çekilmesi gibi hekimin dava baskısından ve geçim sıkıntısından kurtaracak mali rahatlıklar sağlanmalıdır. Ki böylece, defansif tıp davranışlarının düşmesiyle bütçede herhangi bir açık da meydana gelmeyecektir. Ayrıca, özellikle hasta ile hekimin karşı karşıya getirilmesine sebebiyet verecek söylemlerden kaçınılması gerekmektedir.
İşte bu ve buna benzer çözüm-düzenlemeler ile tıp alanındaki kısır döngünün kırıldığı, sağlık çalışanları başta olmak üzere tüm toplum ve bütün canlılara yönelik şiddettin her türlüsünün sona erdiği günleri görmeyi temenni ediyoruz.