şahin ardıyok söyleşisi

Avukat Şahin Ardıyok Söyleşisi…

Şahin Ardıyok Söyleşisi

Düzce doğumlu. Maltepe Askeri Lisesi mezuniyeti sonrasında Harp Okulu’na giriş, bir müddet subay olarak orduya hizmet. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezuniyet ile ciddi bir kariyer değişikliği. 1999’da Rekabet Kurumu’nda uzman yardımcısı olarak çalışmaya başlama. 2003 yılında Chicago’ya yüksek lisans için gidiş ve devamında ACTECON başlayan özel sektör yılları. Bugün Balcıoğlu Selçuk Ardıyok Keki Avukatlık Ortaklığı’nın (BASEAK) ortaklarından Avukat Şahin Ardıyok’un çok farklı alanlardan süzülerek gelen birikimi. Şahin beyle yaptığımız yer yer rekabet ve regülasyon konularına değindiğimiz söyleşiyi keyifle okuyacağınıza inanıyoruz…

Üstad: Şahin bey merhaba; sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

Şahin Ardıyok: Düzce’de doğdum. Ortaokul sonrası Maltepe Askeri Lisesi’ne girdim. Bu vesile ile dört yıl İzmir’de okudum. Kuleli’yi tercih etmeme rağmen Maltepe Askeri Lisesi yeni açıldığı için bizi oraya gönderdiler. Maltepe Askeri Lisesi 1987 mezunuyum. Devamında Harp Okulu var. 1991 yılında da Harp Okulu’ndan mezun oldum.

Üstad: Harp Okulu’ndan da mezun oldunuz!

ŞA: Tabii tabii. Bir müddet subaylık yaptım. Ondan sonra da 1997 Hukuk Fakültesi’nden mezuniyet.

ÜSTAD: Ankara Hukuk?

ŞA: Ankara Hukuk. 1998’de Ankara’da değerli üstadlarım Emir ve Hakan Çınar’ın yanında, yanında Çınar&Çınar’da staj yaparken yine Ankara Hukuk bünyesinde Bankacılık Enstitüsü’nde bir yıllık Ticaret Hukuku sertifika programına devam ettim. O dönem programda Rekabet Hukuku dersini Gamze Hoca’yla Nurkut Hoca veriyordu.

ÜSTAD: Nurkut İnan hocamız.

ŞA: Evet. Onların yönlendirmesi, tavsiyesi oldu; Rekabet Kurumu diye bir kurum var. Şu işleri yapıyor, sınav açıyorlar, ilgilenenler sınava girebilir, tavsiye ederiz diye. O dönemde, Ankara Hukuk’tan veyahut da benzer okullardan mezun olanlar, genelde devlette kariyer mesleği olarak SPK uzmanlığını seçerdi. SPK dışında Rekabet Kurumu da sınav açınca, o sınava da girdim. Sınavda on altı kazanan arasında yer alarak 1999 başında Rekabet Kurumu’nda uzman yardımcısı olarak çalışmaya başladım. 1999-2005 arasında Rekabet Kurumu’nda çalıştım, şans eseri ikinci dairede çalıştım. O dönemde ikinci daire telekomünikasyon, medya, elektrik elektronik gibi sektörlerden sorumlu idi. O yıllarda Telekomünikasyon sektörünün deregülasyonu ve özelleştirilmesi tartışılıyordu, yani regülasyonla ilgili bir sektörde yoğun olarak çalışma fırsatım oldu.

ÜSTAD: Enerji?

ŞA: Enerji birinci dairedeydi. Telekomünikasyon, medyadan bahsediyorum çünkü işin regülasyon kısmı aslında benim için orada başladı. Az çok Çınar&Çınar’da da enerji ile ilgili bazı şeyler yapıyorduk, yani düzenleyici kurumları vs. oradan biliyordum. Hatırlarsanız bu yıllar; 2001 krizi, 2002’de Türkiye’deki iktidar değişikliği, IMF Dünya Bankası programlarıyla Türkiye’nin yapısal reformlar yapması

ÜSTAD: Kemal Derviş!

ŞA: Kemal Derviş. Yapısal reformların piyasalar bakımından görünümü ise rekabete açamadığınız piyasaları modern bir şekilde düzenlemek, devletin piyasalara yönelik kurallarında şekil değiştirmesi, bunun ilk hamlelerini telekomünikasyon sektörünün serbestleştirilmesi olarak gördük ve Türk Telekom’un özelleştirilmesi, GSM ihaleleri… İkinci dairede bu konularla biz haşır neşir olduk. Türk Telekom özelleştirilmesinde, o yıllar için biraz da, herhalde cesurduk. Beraber çalıştığımız arkadaşlarla beraber mesela Türk Telekom özelleştirilmesine iki tane koşul getirilmesini önerdik. Rekabet Kurumu, “o koşullar olmadan biz buna izin veremeyiz” dedi. O koşullardan birisi Kablo TV’nin özelleştirme sırasında ayrı tutulması, diğeri de Türk Telekom’un perakende hizmetlerine yönelik TTNET adlı ayrı bir perakende şirket kurması şeklindeydi. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı da bu görüşümüzü benimsedi. Özelleştirme bu şekilde gerçekleşti.

ÜSTAD: O koşulları siz mi önerdiniz?

ŞA: Bizim dahil olduğumuz ekip, yani ikinci dairedeki ekip. Başımızda da şu anda Bilkent Üniversitesi’nde hukuk-ekonomi dersleri veren Halil Baha Karabudak vardı. Baha bey, çok iyi yetişmemize, çok yoğun kitap okumamıza, Avrupa’yı, Amerika’yı takip etmemize ön ayak olmuştur. Regülasyona ilgim orada başladı. Başka nerede devam etti? Aynı yıllarda Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde işletme yüksek lisansı yapmaya başladım. 1998-2000 arasında. Yüksek lisans tez konusunu seçerken, Rekabet Kurumu ve ikinci daire macerası başladığı için düzenleyici kurumlarla ilgili bir konu olsun istedim. Daha sonra fakültenin bir dönem dekanlığını da yapan Prof. Dr. Yalçın Karatepe benim tez danışmanımdı. Enteresan bir şekilde Yalçın Hoca da benim Kırklareli’nde de askerimdi.

ÜSTAD: Öyle mi?

ŞA: Dolayısıyla oradan bir tanışıklığımız vardı. O da uzun yıllar Amerika’da kalıp doktorasını tamamladığı için Amerika’daki sistemle ilgili bayağı konuştuk, tartıştık. Doğal tekeller ve düzenleyici kurumlar. “Doğal Tekeller ve Düzenleyici Kurumlar, Türkiye İçin Düzenleyici Kurum Modeli” adlı bir tez o çalışmalardan çıktı. Rekabet Kurumu, o dönem, anlamlı bulduğu bu tür tezleri yayınlıyordu. Tez çalışması da bu şekilde, kitap olarak yayınlandı. Sonra o kitabımı Bilkent’te verdiğim derslerde çok yoğun olarak kullandım. Çoğu akademisyenin de kullandığını biliyorum. Hatta o kitap aracılığıyla, genç yaşta beni idare usul yasa tasarısına ilişkin komisyona çağırmışlardı. Hatta bir kurul üyesi rahmetli Murat Gencer Bey bana : “Seni bu genç yaşta niye çağırdılar” deyince, onun kendi kitaplığından tezimi göstermiştim. Ama maalesef Komisyon toplantılarına gidemedim, çünkü aynı dönemde rekabet uzmanlarına tanınan imkandan faydalanarak Amerika Birleşik Devletleri’ne yüksek lisansa gitmek durumundaydım.

O süreçte de başvuracağım okullar arasında regülasyon konusunda “hangisi iyidir”, diye bir araştırma yaparak, neticede bir ekolü olan, prestijli ve iyi hocaların olduğu okul olsun, diyerek University Of Chicago’ya başvurdum. Sürpriz bir şekilde kabul aldım ve 1969’dan sonraki ilk Türk öğrenci olarak Law School’a kayıt oldum. Hatta 1969’da mezun olan üstadımızla da sonradan Türkiye’de tanıştım. Enteresan bir hikayeydi o.

Chicago benim kariyerimdeki kırılma noktalarından birisidir. Hem akademik olarak hem de hukukun uluslararası boyutunu ve sınırlarını görebilmek açısından. Bir kere Amerika Birleşik Devletleri, herkesin bildiği gibi hukuk endüstrisinin oldukça gelişmiş olduğu, çoğu kurumun ilk kez ortaya çıktığı yer.

ÜSTAD: Chicago aynı zamanda ekonomi modeli, Chicago Okulu değil mi?

ŞA: Tabii, tabii. Chicago Okulu dediğimiz ekonomik anlayış ya da görüş topluluğu var. Chicago Okulu ve o modelin asıl yükselişte olduğu zamanlar 1960-70-80’ler. Şöyle bir şey var Chicago Okulu’nda. Kampüste ortadan bir yol geçer, Midway denilen. O yolun bir tarafında hukuk fakültesi binaları, kampüsü vardır, diğer tarafında da iktisat ve işletme binaları.

1980 ve 90’larda çok yoğun olarak, Nobel iktisat ödüllerini Chicago Okulu mensuplarının aldığı görülür. 1980’lerden itibaren de özellikle başkanlığa Reagan’ın geldiği Cumhuriyetçi dönemde, bu öğretide yer alan ve doktrini savunan akademisyenlerin, özellikle federal mahkemelere yargıç olarak veyahut da devletin çeşitli kuruluşlarına yönetici/danışman olarak atandığını görürüz. O da belirleyici oluyor tabii ki ve 1980’lerden itibaren de benim asıl çalışmak istediğim alan olan regülasyon ile deregülasyon, 2000’lerde bizim yaptığımız çalışmanın oralarda başladığını görüyoruz.

ÜSTAD: Özelleştirme, serbestleştirme…

ŞA: O benim için çok büyük bir şanstı. Orada, bir öğrencinin alması gerekenden daha fazla kredi aldım, bu fırsattır, diye. Biraz tabii ki zorlandım ama öyle yaptığım için de şimdi çok memnunum. Hatta şu anda bana öğrenciler, genç meslektaşlarım gelip sorduğunda “Ne zaman yüksek lisansa gidilmesi gerekir” diye, onlara hep geç gitmelerini, yani mesleği tanıdıktan sonra bu fırsatı kullanmalarını tavsiye ederim. Hem o zamana kadar yaptığınız işlerle ilgili memnuniyetsizliğiniz varsa yeni konulara yelken açmak için güzel bir fırsat, öbür taraftan da kendinizi ikinci bir bahara hazırlamak için güzel bir fırsat, diye görürüm.

Yüksek lisansta enteresan hocalarla çalıştım. Örneğin çalıştığım hocalardan biri Richard Posner. Amerikan rekabet hukukunda ve asıl hukuk ve ekonomi disiplini açısından çok önemli bir akademisyen. Aynı zamanda da geçenlerde emekli oldu ama Amerika’da istinaf yargılamasında önemli bölge hakimlerinden biri. Chicago’daki 7.. Bölge İstinaf Mahkemesinin bir dönem başkanlığını da yaptı. Bir başka rekabet hukuku hocam Diane Wood. Yine aynı mahkemede hakimdi ve yine Mahkeme Başkanlığında bulundu. Regülasyon alanında sonradan Türkiye’ye de davet edip kendisini, Bilkent Üniversite’sinde verdiğim dersler sırasında bilgi birikiminden yararlandığım Sam Peltzman’la çalıştım. Hukuk dışında iktisat veya işletme bölümlerinden de dersler aldım. Chicago School’un regülasyon alanındaki en önemli temsilcilerinden biri olan iktisatçı Prof. Sam Peltzman işletme bölümünde aldığım iki dersin hocasıydı.

ÜSTAD: Disiplinler arası dersler?

ŞA: Tabii tabii. Hukuk-ekonomi zaten asıl ama iktisat bölümü daha doktora ağırlıklı olduğu için, iktisattaki hocaların yer aldığı çok ünlü bir MBA ve işletme programı var. Orada ders veriyorlar. Sam Peltzman’dan aldığım ikinci ders olan “Economics of Regulation and Deregulation” dersini Türkiye’ye uyarlayarak, Bilkent Üniversitesi Ekonomi yüksek lisansı programında yaklaşık on sene ders verdim. Sonra, Ankara-İstanbul zor gelmeye başladı, işte çocuklar, aile büyüdü. 2019 yılında derse nokta koymak zorunda kaldım. Noktayı da bir kitap yaparak jübile haline getirdim. Ders notlarım ve Sam Peltzman Hoca’nın notları üzerinden “Regülasyon Hukuku” adlı bir kitap yayımladım.

ÜSTAD: Artık ders vermiyorsunuz o zaman?

ŞA: Şu anda Bilgi Üniversitesi’nde Kerem Cem Sanlı ile beraber “Uygulamalı Rekabet Hukuku” dersi veriyorum. Bu dönemden itibaren de, Bilkent’te verdiğim regülasyon dersini yine Bilgi Üniversitesi’nde, ekonomi yüksek lisans programında Bolu İzzet Baysal Üniversitesi İktisat Bölümünden Doç. Dr. Fatma Davarcıoğlu Özaktaş hocayla vermeye başladık. Bilkent’te, ayrıca, o ilk dönem verdiğimiz regülasyon dersi üzerine bina edilen “bu nasıl uygulanıyor, nasıl hayata geçiriliyor”, onun bir gösterimi niteliğinde olacak şekilde, enerji hukuku ve politikası dersi verdim. Hatta o dersin son 3-4 yılında, bir dönem öğrencim de olan, şu anda Enerji Bakanlığı’nı yürüten Alparslan Bayraktar’la verdik dersi. Alparslan Bey o dönemde EPDK kurul üyesiydi. Onun da büyük katkısı oldu dersin hem uygulama hem de teorik bakımdan anlatılması açısından. Yine o regülasyon dersinin uygulaması şeklinde Bilgi Üniversitesi’nde Telekomünikasyon Hukuku dersini yaklaşık üç yıl, Burak Oder Hoca’yla ve değerli dostum Ali Ilıcak’la beraber de İlaç Hukuku dersi verdim.

Chicago’dan buraya… Sam Peltzman hoca sonraki yıllarda Bilkent Üniversitesi’nde benim derslerime misafir olarak geldi. Yani yaşı elverdiği ölçüde, yaklaşık 3-4 yıl o da geldi. Sam Peltzman, Chicago School Of Economics’in regülasyon alanındaki temsilcisi. En tanınan kişilerden birisi bu ekolde Milton Friedman’dır, makro ekonomide.

ÜSTAD: Keynes’in karşıtıydı değil mi?

ŞA: Keynes’in karşıtı, aynen, çok güzel. Diğeri de George Stigler’dır. İkisi de Nobel İktisat ödüllü. Sam Peltzman hoca Stigler’in doktora öğrencilerinden biri. Yani, regülasyon alanındaki üstatlardan birisi. Yine o alanda çalışan Gery Becker vardır, davranışsal ekonomi de o da

ÜSTAD: Bir şey sormak isterim. Askeri Lise ve Harp Okulu kültürü bambaşka bir kültür. Aslında orada böyle biraz devletçi bir büyütme tarzı var. Yani, siz o süreçten sonra, sivilleşme aşamasında diyelim, Chicago/Amerika döneminin faydası oldu mu?

ŞA: Şöyle, yani, tabii bu benim hissettiğim; farklı da olabilir bu. Yani, orada biraz daha iş dünyası bakış açısı nasıl kazanıldı. Kara Harp Okulu’nda, üçüncü sınıftayken bize gelen Doğu Aktulga diye bir komutanımız vardı. Kara Harp Okulu’nda o zamana kadar ki eğitim sisteminin değişmesi ve modernleşmesi konusunda çok büyük katkıları oldu. Okul kütüphanesindeki kitap sayısının çok fazla artması ve bütün öğrencilerin kitap okumaya teşvik edilmesi. İkincisi; Harp Okulu’nun, diğer benzer yurtdışındaki örneklere göre müfredatının değiştirilmesi ve sistem mühendisliğine geçilmesi. Biz son iki yılına yetiştik. Ondan sonra, yani orada, bir zihinsel açılım, dış dünyaya açılım ve olgunlaşma süreci büyük ihtimalle yaşamışımdır.

Ve elbette, staj. Sağ olsun Hakan Çınar’ın yanında yaptığım stajda, mümkün olan, icra dahil bütün işlerin içinde yer almak, bütün şirket işleyişleri vs. görme fırsatım oldu. Chicago’da, yani hem entelektüel açıdan hem de günlük hayat bakımından, zaten Amerika dediğimiz ülke; diğer coğrafyalarda sıkıntı yaşayan, kendini başaramamış olan, yeteneği olup devlet baskısından kaçan, o yüzden de devlet müdahalesine devletin sınırlayıcı yapısına bir anlamda reaksiyon da geliştirmiş bir coğrafya. O yüzden, mesela federal sistem var, eyalet sistemi var vs. orada da devlete olan bakış açısını görüyorsunuz ve onun da derslerde nasıl analiz edildiğini. Bu, tabii ki bir değişim, bir şey getiriyor size.

Chicago bahsini bir de şöyle kapatalım. Ben 2003-2004 yılında oradaydım ve Barack Obama da bizim hukuk fakültesinde hocaydı.

ÜSTAD: Öyle mi?

ŞA: Ben dersini almadım ama dersini alan sınıf arkadaşlarım vardı ve buraya kendisini davet ettiğim Sam Peltzman, her hafta Barack Obama’yla basket oynardı. Ben dersini almadım çünkü dersi bizim bakımımızdan çok da ilgi çekici değildi ama belki Türkiye bakımından ilgi çekici. Anayasa hukuku ve din devlet ayrımını anlatırdı ders olarak.

ÜSTAD: Nasıl bir hocaymış peki? Böyle, efsane?

ŞA: Diğer hocalarla mukayese ettiğimizde, çok diğerleri seviyesinde olmadığı söylenir ama entelektüel olarak zaten orada bir asgari düzey vardır. Mesela, diğer hocaların çok fazla yayını varken onun taa o yıllardan itibaren politik kariyer yapacağını ve o yüzden de geride iz bırakmamak adına, “çok fazla yazıp çizmediğini” de söylerdi bizim Sam Peltzman. Gerçekten de makale araması yaptığımızda onun yayınları çok ön plana çıkmazdı. Sonra zaten 2005’de ABD Senatosu’na girdi. Sonra da 2008’de başkan seçildi.

ÜSTAD: Sonrasında, rekabet alanında bir danışmanlık süreci var. Buradan 2013’te BASEAK başladı sanırım?

ŞA: Arada Actecon var.

ÜSTAD: Evet, işte o danışmanlık sanırım; Actecon, orada yaptınız. Aslında, az önce biraz konuştuk, meslek yaşantınızdaki köşe taşları ne olabilir, diye. Amerika o anlamda ciddi bir köşe taşı olmuş.

ŞA: Rekabet Kurumu’ndan sonra geçtiğim yapı Actecon, rekabet ve uluslararası ticaret konusunda çalışan bir danışmanlık firmasıydı. Dolayısıyla, gerçek anlamda hukuk büroları ve onların işleyişi ile tanışmam 2013’te BASEAK’a geçişimle oldu. Ama Actecon tarafında da hep butik bir ofis, şirketlerin ihtiyaç duyduğu her işi yapan ofisten ziyade “şirketlerin belirli ihtiyaçlarına” odaklanmış bir ofistik. ACTECON’ın ilk yıllarında rekabet hukukunun duayeni değerli hocam Prof. Dr. Yılmaz Aslan ile beraber çalışma fırsatım oldu, onun özellikle kurul kararlarına ve içtihada vakıflığı benim için çığır açıcıydı. Onun yanı sıra, diğer ortağımız rahmetli Bülent Çamlıca’dan ingilizce terimi ile “business oriented” olmayı, müvekkil bakımından empati yapmayı, daha özet bir anlatımla nasıl iyi bir danışman olunacağını öğrendim diyebilirim.

ACTECON’da diğer ortaklarımız Fevzi Toksoy ve benim gibi Rekabet Kurumu’ndan gelen iktisatçı değerli dostum Ali Ilıcak’la beraber birçok başarılı işe imza attık, mesleğe kazandırdığımız birçok genç arkadaş bugün çok önemli yerlerde.

ÜSTAD: Actecon daha uzman?

ŞA: Evet, daha uzmandık. Yani, bugün yaptıklarımı Actecon’da da yapıyordum. Aslında Actecon’da yaptıklarım Rekabet Kurumu’nda yaptıklarımla benzerdi ama ne fark vardı? Rekabet Kurumu’nda ikinci dairenin sorumlu olduğu sektörler üzerinde çalışıyordum ama Actecon’a geçince, tabii ki müvekkil ne talep ediyorsa, hangi piyasadaysa, çalıştığım alanlar genişledi. Oradan BASEAK’a geçtiğimde kapsam daha da genişledi. Hem iş yoğunluğu hem de işlerin çeşitliliği anlamında çok daha fazla bir alana yayılmaya başladı.

Şunu da ilave edeyim. Actecon’dayken rekabet daha ağırlıklıydı. BASEAK’a geçince, burada, yani ofisin büyüklüğü itibariyle, çok daha fazla müvekkille muhatap olunuyor. Yani, başka alanlarda çalışan arkadaşlarımızın müvekkilleri vs. dolayısıyla onların regülatif işleri de söz konusu olabiliyor. Regülasyondan kastettiğimiz, devletin piyasalara geniş anlamda müdahalesi; bu bakanlık eliyle de olabilir. Sağlık Bakanlığı veya sağlık alanında düzenleyici kurum yoktur ama bakanlık vardır, Tıbbi Cihaz ve İlaç Kurumu vardır veya EPDK eliyle enerji piyasalarını, BTK eliyle telekomünikasyon piyasalarını gibi. Yani bu piyasalarda faaliyet gösteren şirketler bir şekilde bizim ortaklarımızdan biriyle muhatap olduğunda, ortaklarımız, kendi alanının dışına çıkan, regülasyonla ilgili olan konularda, işte Şahin ve ekibi bunu daha iyi yapar diyerek bize iletmeleriyle, o alanlarda daha fazla hizmet sunar hale geldik.

Chicago açısından da bahsettiğim gibi 1960’larda hukuk ve ekonomi diye bir disiplin ortaya çıkıyor. Bunu modern anlamda ortaya çıkartan, en başta gelen kurumlardan biri Univercity Of Chicago. Ortaya çıkış şekli de şu şekilde; Chicago iktisat bölümünde Henry Simon diye bir hoca var, iktisatçı, ama geçimsiz bir adam. Bunu iktisat bölümünde tutmak istemiyorlar ve Law School’a gönderiyorlar. Orada da, sonradan Amerikan Adalet Bakanlığı yapan ünlü Edward H. Levi adlı bir profesör var. Onunla beraber rekabet hukuku dersi vermeye başlıyor Simon. Örneğin, haftada dört saat ders var, üç saatinde Levi ders veriyor, bir saat de Simon ders veriyor. Simon kendi dersini şöyle anlatıyor; “Levi’nin söylediklerinin ne kadar yanlış olduğunu iktisadi olarak ben ispatlıyordum.”

ÜSTAD: Antitez olarak.

ŞA: Evet. Dolayısıyla orada bu ders hem akademisyenler hem de öğrenciler tarafından sevildiği için, hukuk fakültesi içinde mutlaka ve mutlaka bir iktisatçı hocanın bulunması gelenek haline geliyor ve o iktisatçı hocanın da gayretleriyle, dönem içinde Journal of Law and Economics adlı, hukuk-ekonominin temelini oluşturan dergi yayınlanmaya başlanıyor. İktisadın hukuk alanında en yoğun, doğrudan kullanıldığı temelde iki alan var, birisi rekabet hukuku.. Diğeri de regülasyonlar. O yüzden de hukuk ve ekonomi, regülasyon ve rekabet hukuku bakımından en bilinmesi gereken alanlardan biri. Sonra, Law School’a Ronald Coase diye bir iktisatçı geliyor. Onunla da tanışma fırsatı buldum, 2003’te. Hukuk ve ekonomicilerin şöyle bir özellikleri de var; çok uzun yaşıyorlar. 102 yaşında vefat etti. Ronald Coase Nobel iktisat ödülü sahibi ve “The Problem of Social Cost” adlı makalesiyle dünyada kendisine en çok atıf yapılan kişi.

Buradan bizim pratiğimize gelirsek; artık rekabet hukuku ve regülasyonlar çok karmaşık sorunlar içeriyor ve şirketlerin özellikle regüle edilen şirketlerin, siz de telekomünikasyondan biliyorsunuz, içeride zaten regülasyon ekipleri var. Dolayısıyla dışarıdan hizmet alma ihtiyacı ne zaman gündeme gelir? Bu, içerideki kişiler “ya ben bunu yapamıyorum, başkasına soralım” dediği zaman gelir. Rekabet hukukunda da öyle. Yurt dışında master yaparken şuna şaşırmıştım. Üç ayrı hoca rekabet hukuku dersi veriyordu. Yani, ticaret hukukunu herkes aldığı için çok sayıda hoca verdiği gibi onu da çok sayıda hoca veriyordu. O dönemlerde Türkiye’de rekabet hukuku sadece birkaç üniversitede yüksek lisans düzeyinde verilen bir dersti.

Bugüne gelin; bütün hukuk alanında önde gelen üniversitelerimizde hemen hemen rekabet hukuku dersi veriliyor. Çünkü rekabet hukuku şu an ki sistemimizde, serbest piyasa ekonomisinin anayasası. Bu kuralları bilmemiz lazım. Bir şirket hukuk müşavirinin ne kadar iş hukuku biliyorsa en az o kadar rekabet hukukunu bilmesi gerekiyor. Çünkü önüne gelen sözleşmelerde, projelerde doğru tavsiye vermesi şirketi yönlendirmesi gerekiyor.

Dolayısıyla artık, özellikle genç meslektaşlarımızın mesleğe katılmasıyla, rekabet hukuku alanında da belli bir birikim var. Onlardan bize gelen sorular, yine karmaşık sorular. İş karmaşıklaştıkça da hukuki kavramlarla, doktrinlerle çözüm üretmek zorlaşıyor. İster istemez bu işin temeline, sanayi iktisadına gitmemiz lazım ve sanayi iktisadına gittiğimizde de işin içine iktisatçılar giriyor.

İktisatçıların varlığı yurtdışında çok daha önceden ortaya çıkmış bir vaka. Rekabet hukukuyla ilgili konferanslara vs. gittiğinizde Moot Court’lar da (Eğitim Mahkemeleri) olur oralarda. Moot Court’larda, mesela Amerika’da bir birleşme-devralma davasında şunu görürsünüz: İlk önce tarafların avukatları, vekilleri kendi argümanlarını ifade eder. Ondan sonra, tarafların iktisatçıları konuşur ama onlar da gidip grafik falan anlatmazlar. Orada, her işe/uyuşmazlığa bakan hakimlerin anlayacağı dilden argümanlarını ortaya koyarlar. İşte, o hukukçuların yanındaki iktisatçılar, aslında Türkiye’de bugün ihtiyaç duyulan işbirliğini gösteriyor. Yani, biz de kendi bünyemizde, dışarıdan hizmet alma şeklinde, iktisatçıları bulunduruyoruz.

Sizin sorunuzla bağlantılı; son dönemdeki ihtiyaç, adli bilişimci ihtiyacı. Rekabet Kurumu’nun delil toplamadaki en çok başvurduğu konu, yerinde incelemeler. Yerinde incelemelerde, eskiden fakslara, ajandalara baktığımı hatırlarım ama bugün hiç kimse onlarla haberleşmiyor. Hatta artık e-postalara da kimse başvurmuyor. Cevabının yavaş geleceğini düşünüyorlar. İnsanlar chat programları, WhatsApp ve benzeri uygulamalar kullanılıyor. Şimdi, Rekabet Kurumu da delil toplamak için onları incelemek durumunda ama onların dünyasına girdiğinde, bir ajanda da 365 sayfa varken, bir kişinin e-posta kutusunda veya chatinde binlerce mesaj var.

Dolayısıyla, bir keyword (anahtar kelime) ve buna dair yöntemler aracılığıyla, hukuka uygun olarak kişilerin telefonlarında, bilgisayarlarında delil niteliğinde, lehe veya aleyhe olabilir, belgelerin bulunması lazım.

ÜSTAD: Böyle bir eğitim alıyor mu rekabet uzmanları?

ŞA: Evet. Hatta bu eğitimin ötesinde, orada da uzmanlaşmaya gidildi, yaklaşık altı, yedi yıl önce ve eskiden rekabet uzmanları bu tür incelemeleri yaparken, bugün rekabet uzmanlarıyla beraber gelen bilişim uzmanları var. Bilişim uzmanları da bu adli bilişim konularında sürekli hizmet içi eğitim alan ve kendisini sürekli geliştiren bir ekip ve çok etkin incelemeler yapıyorlar. Tabii ki işin özel sektör tarafında da bunun bir aynası olması lazım. O incelemenin hukuka uygun gerçekleştirilmesi bakımından müvekkillerimizin haklarını korumamız gerekiyor.

ŞA: Yani siz de adli bilişimcilerle çalışıyorsunuz?

ÜSTAD: Evet, bizim de bünyemizde, benim gibi Rekabet Kurumu geçmişli, üstüne üstlük ilaveten de hukukçu, bir arkadaşımız bize adli bilişim konusunda çok destek oluyor. Bilgisayar mühendisi olduğu için o konularda da bize hem kendi işlerimizi daha iyi yapmaya yönelik hem de müvekkillere hizmet olarak kurgulayabileceğimiz teknolojik çözümler üzerinde birlikte çalışıyoruz.

ÜSTAD: Bu anlamda gerçekten o çok disiplinlilik artık hukuk bürolarında; uzmanlık alanına dair farklı sektörlerden bilgi desteği almak!

ŞA: İmar hukukunda kadastroculardan yararlanılması gibi.

ÜSTAD: Evet, evet. Geçmeden önce; BASEAK’ta kaç kişi çalışıyor? Avukat, stajyer, diğer birim, yüz gibi bir rakam verdiniz ama?

ŞA: Tabii, dinamik bir iş ortamı. Yani bazı arkadaşlarımızın stajı sona eriyor, bazıları akademiye geçiyor, bazısı yurtdışına gidiyor, bazısı yeni katılıyor. En son baktığımızda, yüzün üzerinde avukat ve stajyer arkadaşımız var. Bu sayı bize son katılan Bİ Legal ekibi ile 130’un üzerine çıktı sanırım.

ÜSTAD: Doğrudan avukat sayınız yüzün üzerinde?

ŞA: Doğrudan avukat. Bizdeki stajyer sayısı azdır. Bunun belki altı yedi tanesi stajyerdir. Stajyerlik, genç arkadaşlar da bunun farkına varıyorlar, yarı avukatlık gibi görünmesi gerekiyor. Çünkü yaz stajı dediğimiz bir uygulama var. Yazın, hukuk fakültesinde okuyan arkadaşları burada, kendi bünyemizde eğitim ve mesleği görmeleri için misafir ediyoruz. Hangi alanlarda uzmanlaşacağı, hangi hukuk dallarına ağırlıklı olarak çalışacağına karar verip, staj başvurusu için geldiklerinde, o kararları ışığında buradaki çalışan ekiplere başvuruyorlar.

ÜSTAD: Öncelikle, okuldayken bir ön staj gibi değerlendirme yapılıyor?

ŞA: Aynen, aynen. Buraya geldiklerinde de diğer benzer hukuk bürolarında farklı uygulamalar olabiliyor. Yani stajyer arkadaşlar farklı hukuk alanlarında, belki de nöbetleşe dönerek o alanları görüyorlar ama biz biraz daha hazırlıklı gelmelerini, biraz daha odaklı olmalarını ve stajı daha nitelikli ve onları mesleğe daha iyi hazırlayacak şekilde, tabii ki yasal o altı aylık kısmı hariç, kendi departmanlarımızda bulunduruyoruz. O da şunu getiriyor; çoğunlukla bizim bünyemizde devam ediyorlar. Müvekkillerle çalışma alışkanlığı ve o bilgi birikimini ediniyorlar. İdari personelle beraber de yüz seksen civarında bir ekibimiz var.

ÜSTAD: Evet, dergide sık sık yazılarına, çevirilerine yer verdiğimiz Amerikalı hukukçu, yazar var Mark Cohen. Son yazılarından birisi “hukuksal işlevin insancıllaştırılması” başlıklıydı ve orada bir Amerikalı hukuk profesörünün şöyle bir düşüncesini alıntılamıştı: “Bir şeyler çok yanlış gitti 2022 Amerika’sında hukukun amacının ne olduğu net değil. Hukukun varoluş nedenini unuttuk.” Mark,  bu sözü alıntılayıp, Amerikan hukuk sistemine aslında ciddi bir eleştiri getiriyor, özellikle o hukuk endüstrisi denilen kısmına. Siz bu konuda ne dersiniz?

ŞA: Şu anda, Amerika’daki hukuk alanında çalışmıyorum ama yakından takip ettiğimiz rekabet hukuku, regülasyonlar bakımından uygulamasını, neden-sonuç ilişkisi bakımından örnek aldığımız veya dersler çıkardığımız bir coğrafya. Hukukun amacı bakımında tabii ki aşırı endüstriyelleşmesi, onu amaç olmaktan çıkartıp araç haline getirebilir. Ne demek istiyorum; hukuk dediğimizde benim anladığım, yani akademik bir tanım olarak değil; bir arada yaşamamızı kolaylaştıran, mutlu yaşamamızı, refah içinde yaşamamızı kolaylaştıran ve belirli ölçüde temsilcilerimiz vasıtasıyla ortaya çıkardığımız kurallar ve buna biraz bilim kattığımızda da bu kuralların ne olması gerektiğine ilişkin yöntem ve doktrinler bütünü. Böyle baktığımızda Amerika’daki yapının eleştirilebilecek taraflarını dışarıdan bir gözle görebiliriz, söyleyebiliriz.

Nedir? Aşırı endüstrileştiği için, uzlaşmayla sona erebilecek veyahut da tarafların arasında hak ve adalet dengesinin daha tarafsız devlet tarafından kurgulanabileceği konuların uzun yargılamalar veyahut da işte finansmanını özel şirketlerin, sigorta şirketlerinin sağladığı süreçler haline getirilmesi. Bu çift taraflı da işleyebilir. Yani, tüketici lehine de olabilir, üretici lehine de olabilir. Yani tüketici veyahut da tüketici dediğimiz bireyler üreticiler karşısında mağdur olmuştur. Hakkını aramak bakımından her ne kadar pro-bono vs. faaliyetler varsa bile hukuk sistemini kullanmak orada çok pahalı hale geldiği için hakkını arayamayabilir veyahut da tüketicileri organize ederek onları bir kitle, yığın, davacı haline getirerek karşı taraftaki şirketin batmasına yol açabilecek ölçüdeki davalar da olabilir. Bu oradaki hukukla ilgili hizmetlerin maliyetinin yüksekliğinden kaynaklanan bir durum. Şimdi, bir bakıyoruz alelade bir hukuk hizmeti için saatlik ücretler, son dönemde 700-800 dolarlar seviyelerine gelmiş. Bu, hukuk sistemini kullanmayı ve onun vasıtasıyla uyuşmazlıklara çözüm bulmayı zorlaştıran bir mekanizma.

Onlar bu mekanizmayı nasıl aşmaya çalışıyorlar? Pro-bono hizmet sunan hukuk klinikleri var ama bu kliniklerde aldığın hizmetle saatine 700, 800 dolar verdiğiniz avukattan aldığınız hizmetler, haliyle farklılaşabilir. Yani, çok idealist avukatlar belki buralarda çalışabilirler ama öyle bir avukatın burada bulunma olasılığıyla diğer tarafta bulunma olasılığı farklı.

ÜSTAD: Nüfusun sadece küçük bir kısmı için erişilebilir ve ekonomik olarak karşılanabilir bir hukuk sistemi şu an Amerika’nın sahip olduğu ve Mark oradaki hukuk endüstrisine, barolara çok anlamlı eleştiriler getiriyor.

ŞA: Aynen, filmlerde de görürsünüz. İşte bir zengin bir suç işlemiştir, “en iyi avukatı tutalım” denir. En iyi avukatı tutmakla en kötü avukatı tutmak arasında ulaşılacak sonuç bakımından demek ki bir fark var. Dolayısıyla “en iyi avukatı tutabilenler” daha kendi lehlerine sonuç çıkartabiliyorlar anlamına geliyor. Ha, burada da kamunun potansiyeli önemli. Çünkü orada da savcılık makamı onları dengeleyecek bir ekip kurabiliyorsa veyahut da onların gerisinde kalmıyorsa, eşit mücadele edebilirsiniz. Ama gerisinde kalıyorsa, para karşısında kaybetmiş oluyorsunuz.

ÜSTAD: Avukat sayısının çokluğundan davaların yıllarca sürmesine kadar orada da benzer, bizdeki eleştirileri okumak gerçekten ilginç ama bu bir şekilde oldukça sorgulanabilir bir hale geldi galiba. Peki siz, Türkiye açısından baktığımızda büyük bürolardan birisiniz. Siz kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz bu çerçevede?

ŞA: Bizdeki avukatlık ücretleri, tabii o bahsettiğimiz seviyelerde değil. Biraz önce Amerika’ya eleştiri getirdik ama Amerika’daki sistemi, benzer ülkelerdeki sistemi Türkiye ile karşılaştırdığımızda, bizim sistemimiz onların çok çok gerisinde şu anda. Yani adaleti dağıtma veya bu adaleti kafamızdaki ideal dengeye uygun dağıtma bakımından gerisinde. Hukukla ilgili, hukukun iyi işlememesinin getirdiği yatırım ortamı, refah konularına ilişkin bir sürü tartışma var. O tartışmalara girmeyelim. Temelde benim gördüğüm en büyük sorun, dünyanın ve Avrupan en büyük adliyeleri niye bizde sorunu. Niye milyonlarca dosya var? Bunu kişisel hayatımızdan veya rekabet hukukuyla ilgileniyorsak, rekabet hukukundan da görüyoruz.

Uyuşmazlıkların çözümü için çeşitli aşamalar var. O aşamalar da aslında piramit şeklinde kurgulanmış ama bizimki dikdörtgen. Çünkü o aşamalardan yukarıya çıkışlarda hiçbir eleme olmuyor. Bunun temel sebebi de öngörülebilir bir yargı sistemimiz yok. Yani ben, önüme gelen bir uyuşmazlıkta, hukuktan anlayan biri olarak veya onu bırakalım sıradan bir kişi olarak okuduğumda bir yargı kararını, kendi önümdeki uyuşmazlıkla ilgili “bu dava nereye gider, bu aramızdaki uyuşmazlık nereye gider”, bunun karşılığını net göremiyorum veya kendi lehime karşılık da görüyorum, kendi aleyhime karşılık da görüyorum.

Örneğin; yüksek mahkemeler hala neden gerekçelerini yayınlamaz? Benim faaliyet gösterdiğim alanın gençler bakımından cazip olmasının, böyle ilgilenilmek istenen alan olmasının en büyük sebebi veya gelişmiş olmasının en büyük sebebi, Rekabet Kurumunun bir şekilde gerekçeleri yayınlaması ve gerekçeleri de böyle üç sayfa, dört sayfa değil, belki gereğinden uzun da olabilir, iki yüz sayfa, üç yüz sayfa yayınlaması. Dolayısıyla bu şeffaflık hukuku da geliştiren bir uygulama. Öyle olduğu daha genel ve sadece kuralın yazdığı metinlerin yanısıra Rekabet Kurumu’nun o kuralları, yönetmelikleri, tebliğleri kılavuzları nasıl uyguladığını da görebiliyorsunuz.

Fakat son dönemde Rekabet Kurumu’nun kendisinin taraf olduğu idare mahkemesi kararlarını yayınlamamaya başlaması bu şeffaflığa sekte vuran bir uygulama olarak karşımızda. Bence 4054 sayılı Kanun’daki gibi bir yasal düzenleme olmalı ve tüm yargı ve idarenin kararları ticari sırlardan arındırılmış bir şekilde yayınlanmalı (teknoloji ile bunun maliyeti de çok düştü) ve öngörülebilir ve tartışılabilir hale gelmeli. Rekabet Kurulu kararları bu anlamda örnek niteliğinde.

ÜSTAD: Çünkü tartışabiliyorsunuz?

ŞA: Tabii. Örneğin; müvekkilimle ilgili bir vaka geldiğinde, biraz gereğinden fazla gerekçeli karar var ama olsun, o bir zenginliktir. Onlar içinden durumuma uygun vakayı ve neden-sonuç ilişkisini, muhakeme tarzını orada görebiliyorum ve sağlıklı bir danışmanlık verebiliyorum. O hususun bir uyuşmazlık haline gelmesini gerekirse engelliyorum.

ÜSTAD: O açıdan baktığımızda, rekabet hukuku anlamında, dava sayısının diğer uyuşmazlık türlerine göre daha az olmasına sebep oluyor mu?

ŞA: Olmuyor, orada da ikinci konu devreye giriyor. Şu var; birisi öngörülemezlikti, ikincisi de,  Amerika’ya getirdiğimiz eleştiriyle biraz tezat oluşturacak ama yargılama giderlerinin kimin tarafından ödendiği meselesi. Biz de şöyle bir şey var. Bir davayı kaybettiğinizde maktu veya nispi bir yargılama gideri hesabı var ama o hesapta ortaya çıkan rakam hiçbir zaman karşı tarafın uyuşmazlık için katlandığı gerçek maliyetle bağlantılı değil. Yani siz yargılama sonucu diyorsunuz ki davayı kaybettin, karşı tarafın vekalet ücreti olarak 3.000 TL ödeyeceksiniz. Oysa Adam 200.000 TL harcamış. Niye harcamış? Sen aslında büyük ihtimalle kaybedeceğin bir mahkeme kararını temyiz ettiğinden, o ilave dilekçe yazması için iyi bir avukatla anlaşmış, hocalardan mütalaa almış ama bu yargılama neticesinde, sen bunun karşılığında 3000 lira alabiliyorsun.

Bu neye yol açıyor? Kutumuzu açalım, şansımızı deneyelim. Kaybedersek ne kadar yargılama gideri öderiz? Kendi avukatına ödersin ve karşı tarafın da maktu ücretini ödersin. Bu hemen hemen bütün süreçlerde karşımıza gelen şey. Türkiye’de iyi niyetle uzlaşmaya, arabuluculuğa çok büyük yatırım yapılıyor. Buna ilişkin eğitimler veriliyor vs. ama mesela yurtdışındaki oranlara, oradaki uzlaşma sayılarına kesinlikle ulaşılamıyor. Niye ulaşılmıyor? Çünkü uzlaşma süreci genellikle ilk derece yargılaması için aslında geçilmesi gereken bir engel olarak algılanıyor.

ÜSTAD: Şekilsel bir süreç gibi sanki?

ŞA: Karşı tarafın katlandığı maliyetin tamamı değil, önemli bir kısmı yansıtılıyor olsa uyuşmazlık tarafları ve onların avukatları şu analizi yaparlar; “Böyle bir karar çıktı, Yargıtay’ın şöyle şöyle kararları var. Ben bu davayı devam ettirirsem %70 kaybetme riskim var. %70 kaybedersem de onun ilaveten katlandığı yargılama giderlerini ödeyeceğim ve o zaman ne yaparım? O zaman bu davaya devam etmem.” Amerika örneğini verdik. Amerika’da bunu çok ticarileştiği için eleştiriyoruz ama normal ölçülerde bunun olmasının çok büyük faydası var. Bir Amerikalı, yine Bilkent’te derse gelen bir akademisyen arkadaşımla geçenlerde konuşmuştuk. Adliyelerin büyüklüğü meselesini. O da şaşırmıştı Çağlayan Adliyesi’ni görünce, “bu kadar büyük adliyeyi ne yapıyorsunuz”, diye. Şunu eklemişti; “Amerika’daki çoğu mahkeme sinek avlıyor”. Çünkü tarafların “ben haklıyım, sen haklısın” da ortada kaldığı, elli elli dedikleri noktada ancak mahkemeye gidiyorlar. Kaybedeceğini anladığı aşamada arabuluculukla bırakıyorlar.

Ha orada, ilaveten bizde belki de yine olmayan, az olan, yargı reformlarıyla getirilmeye çalışılan avukatların delillere etkin biçimde ulaşma hakkı. Dizilerde, Suits’de falan görmüşsünüzdür. Karşı tarafı oturtuyor ve ona sorgulama yapıyor, çapraz sorgulama yapıyor. Bu size neyi getiriyor? Yargılama pahalı bir süreç, ona gitmeden önce ilgili maddi gerçeklere ulaşabiliyor ve bunları bağımsız bir şekilde önünüze koyup, “bu dava mahkemeye giderse kaybederim veya kazanırım” analizini daha isabetli yapar hale geliyorsunuz.

ÜSTAD: Onunla ilgili düzenlemeler de yapıldı ama kültür değişmedikten sonra.

ŞA: Var ama devlet kuruluşu müzakerelere ne kadar uyuyor ki! Avukatların delillere erişme hakkı uygulansın. Bu anlattıklarımın hepsi hukuk-ekonomi analizlerine dayanıyor

ÜSTAD: Peki, bu bağlamda sorayım. Amerika’yla ilgili yine hani oradaki sistemde, en üst ve iyi çocuklar hukukta okurken çok yüksek krediler almak zorunda, ailesi iyi durumda olanlar dışında. Sonra o kredileri geri ödemek için çok uzun saatler boyunca çalışma zorunluluğu olan işlere gidiyorlar. Sonra da içki, uyuşturucu kullanımının en yüksek olduğu mesleklerden birisinin avukatlık olduğuna dair tespitler yapılıyor. Türkiye’de, İstanbul’da böyle bir mesele var mı?

ŞA: Dünya o anlamda değişiyor. Bir kere benim alanım ona çok müsait değil, yani o söylediğiniz yapı New York ofisleri daha çok transaction yapan yani belirli projelerde çok dar zamanda yoğun çalışılan ofislerde gündeme gelen bir konu.

ÜSTAD: Böyle bir sorun var.

ŞA: Tabii, tabii. Şimdi şöyle düşünün. İki tane büyük Amerikalı şirket birleşecek ve bu birleşmenin önündeki, taraflar anlaştıktan sonraki tek engel hukukçular. Niye? Çünkü birleşmenin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin usul ve esasları hukukçular yazıyor. Karşılıklı incelemeler yapılıyor. Siz yatırım bankalarının bu şirket hakkındaki bilgilerine dayalı olarak, bu anlaşmayla ilgili para ödeyecekseniz; ne kadar ödeyeceğiniz, para alacaksanız ne kadar alacağınıza karar veriyorsunuz. Milyarlarca dolarlık şirketin kritik bilgi ve belgelerini bir hafta içinde inceleyeceğiz arkadaşlar. Bunun sonucu ne? Bu inceleme işinin geceli gündüzlü yapılması zorunluluğu.

Dolayısıyla M&A, birleşme devralma yapan, ofislerde mesai yoğunluğunun olduğu dönemler, bu tür işlemlerin yoğun olduğu dönemler. O zaman ne yapıyorsunuz? İşte sizin on kişilik, yirmi kişilik bir M&A ekibiniz varsa; ekibiniz belki bir anlaşmayı normal mesai saatleri içinde yapıyor olabilir ama aynı anda ikinci bir proje geldiğinde, “yok, ben bunu almıyorum” diyemiyorsunuz.

ÜSTAD: Biraz işin doğasında, o zaman?

ŞA: Evet biraz işin doğasından kaynaklanan bir durum, örneğin ben hatırlarım babam ayakacıydı ve bayramların bayram gibi yaşandığı yıllarda bayramdan önceki son hafta gece yarılarına kadar çalışır sabaha karşı eve gelirdi. Diğer taraftan, bizim mesleğimiz, bir üretim prosesi gibi de değil. Dolayısıyla, taleple hizmet üretiminin miktarları her zaman aynı olmuyor. Bazen günlerce oturabilirsiniz, herhangi bir iş gelmez. Bazen de üç tane üst üste duruşmanız olur. Onlara hazırlık yapmanız gerekir. Dilekçe yazmanız gerekir. Ne yaparsınız? Mesai yaparsınız. Dolayısıyla, eğer iyi bir planlama yapmazsanız o mesai zamanları artabilir ve işin içinden çıkılmaz hale getirebilir. Çalışanları “burn out” dediğimiz noktaya getirebilir. Bu dalgalanmalar ne kadar fazla oluyorsa, ülkede de onu yapmak o kadar zorlaşır. Dolayısıyla, hukuk bürosu yönetim derslerinin Türkiye’de biraz daha fazla önem verilmesi gereken, belki bu staj eğitim programlarında mutlaka yer verilmesi gereken dersler olduğunu düşünüyorum. Şu an da var mı, barolar yapıyor mu bilmiyorum ama.

ÜSTAD: Yok.

ŞA: Olması gereken konular olarak görüyorum. Çünkü danışmanlık, hukuk hizmeti sunmak çok zor; o zaman ne yapıyorsunuz? Mesela, üç tane avukat arkadaşınızla beraber çalışıyorsanız ve aralıklı olarak daha az yoğun günleriniz oluyorsa, bunlardan bir iki tanesini belki işten çıkartıyorsunuz, belki onlar ayrılıyor. Kalan iki tanesinin o peak time dediğimiz, elektrikteki veya Telekom’daki gibi zamanlarda çok aşırı çalışması gerekiyor. O “peak time planning” dediğimiz şeyi biz maalesef çok yapamıyoruz. Onun sonucunda da belki genç arkadaşlarımızdan çok başarılı olacaklar, daha çok bizim gibi ofislerden yararlanacaklar, daha erken ayrılıp daha farklı kariyer noktalarına geçebiliyorlar, diyebilirim.

Fakat bu konuda iyileşme var. İyileşme de “bir musibet bin nasihatten iyidir.” Pandemi bir şeyi değiştirdi. İnsanların, bir kere, çalışma konforunu değiştirdi. Yani, evinden çalışabilme, hibrit sistemler, işte kendine daha fazla vakit ayırabilme gibi. İki, yurtdışında mavi yaka için de bu söz konusu ama beyaz yakada da görüyoruz. Türkiye’de de ufak tefek görüyoruz. “Of, yeter; ben bu dünyaya niçin geldim” sorunu. Dolayısıyla bu da ister istemez hukuk bürolarının insan kaynağını etkileyecek bir konu. Çalışanlarınıza daha dostça çalışabilir alanlar sağlamanız lazım. Ki biz ona yönelik, ofisimizin bu katının yarısını ayırdık. Çıkışta gösteririm size de. Açık ofis alanı haline getirdik, sosyalleşme alanları yarattık. Hibrit sistem de uyguluyoruz.

Amacımız, ofise mümkün olduğunca gelinerek buradaki etkileşimden, imkanlardan faydalanmaları ama gelmelerini motive etmemiz için de ne yapmamız lazım? Ortamı iyileştirmemiz, belirli ölçüde eğlenceli ve sosyalleşilebilecek hale getirmeniz lazım. Bence, bu mesaiye bakış açısını da bence etkiliyor. Dolayısıyla insanlara böyle “bu peak time geldi bu kadar çalışın” diyebiliriz ama bunu dediğimizde eğer insan kaynağıyla ilgili problem yaşamaya başlıyorsak…

ÜSTAD: Meslek örgütü olarak barolar hakkında ne düşünüyorsunuz? Kişisel olarak seçimlere, baro seçimlerine katılıyor musunuz, bilmiyorum. Baroda büyük büroların ya da bu düşündüğünüz avukatlık anlayışının yeterince temsil edildiğini düşünüyor musunuz?

ŞA: Çok temsil edildiğini düşünmüyorum. Büyük büroların sayısı Türkiye’de, olması gerekenden az veya büyük büro demeyelim de KOBİ tarzında elli avukatlı, kırk avukatlı büroların bence çok daha fazla olması lazım. Birlikten güç doğar, yani bunun mesleki anlamda da büyük bir faydası olduğunu düşünüyorum. Finansal olarak bir araya gelinemese, avukatlık ortaklığı kurulamasa bile aynı çatı altında olmanın getirdiği hem ölçekten faydalanma -ofis masraflarını paylaşma- öbür taraftan mesleki anlamda da uzmanlaşmaya gidilebilir.

Bugünün hukuki sorunları, rekabet için konuştuk, diğerleri için de konuştuk belli ölçüde uzmanlaşmayı zaten gerekli kılıyor. Yani, mesleğimizin gerekleri bir dava gelsin de ben gerekli kitapları barodaki kitapçıdan alırım, onları okurum, girerimin ötesine geçti. Daha önceden görmediğimiz, tecrübe etmediğimiz vakalarda, daha önceden görmüş ve tecrübe etmiş meslektaşlarımız karşısında dava sürecinde dezavantajlı hale düşebiliriz. Aslında bilmeniz gereken bir şeyi, bilmenizi atlamanız halinde iyi bir sonuç ortaya çıkmaz, yani o ölçeklerde bir araya gelip uzmanlaşma da ister istemez olacağı için daha iyi hizmetler verilebilir ama bu kendiliğinden olacak bir durum değil. Ben devletin bir düzenleme yapması gerektiğini çok sık söyleyen bir meslektaş değilim, yani piyasanın kendi kendine düzeltebileceğine her zaman inanırım ama düzeltebilme noktasında da devletin etkin müdahaleleri olması gerektiğini düşünüyorum.

ÜSTAD: Kanunda bir değişiklik, belki farklı avukatlık modelleri?

ŞA: Devlet iki tür mekanizma kullanabilir. Bir; işte yaptırım gücüne dayalı olarak, bunu böyle yapacaksınız, diyebilir. İki; teşvik mekanizması olabilir. Bizim ihtiyacımız bence bir teşvik mekanizması. Burada bir sürü avukat arkadaşımız müvekkillerle toplantılara duruşmaları için adliye yollarına düşüyor. O toplantılarda bir hizmet aracı kullanma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Ofise hizmet aracı alalım, dedik. Bunun masrafının vergisel gider olabilmesi için ofis üzerine kaydedilmesi lazım ama işte trafiğe gittiğinizde, avukatlık ortaklığını bir tüzel kişi olarak görmüyorlar. Gittik bir hafta, barolardan falan yazılar aldık ve İstanbulda belki de ilk araç kaydını bu şekilde yaptırdık.

ÜSTAD: Yaptırabildiniz!

ŞA: Ama yaptırmak da bazı şeyi çözüyor fakat bir anonim şirketin, limited şirketin yaptığı gibi onları masraf olarak göstermenin önünde birçok engel var. Bir danışmanlık şirketi masraflarını düşebiliyor, bir haksız rekabet var. Bunları siz çoğalttığınızda, yani ben solo practitioner olmak, küçük bir ofiste kendi çatımın altında olmanın getirdiği konforu niye terk edeyim? İşte terk etmiyorsunuz, terk etmediğiniz için de büyük ofis sayısı artmıyor, büyük ofis sayısı artmadığı için de temsil gücünüz düşük kalıyor.

ÜSTAD: Avukatlık ortaklığı da gerçekten çok az.

ŞA: Az, çünkü getirdiği çok fazla bir şey yok.

ÜSTAD: Çok teşvik ve baroların bu konuda belki biraz daha çabası olsa?

ŞA: Avukatlık ortaklığı varlığı aslında önemli bir mesele. Avukatlık ortaklığını haklar ve imkanlar bakımından diğer tüzel kişiliklerle paralel hale getirmemiz lazım. Biz avukatlar olarak niye bu anlamda gol yiyelim sürekli? Bu zaten ister istemez bir araya gelmeyi getirecek. Bence hukuk hizmetinin kalitesi ve mesleki olarak da genç meslektaşların önünün açılması için çok önemli mesele. Neden bizde de bir hastaneye gittiğinizde olduğu gibi konunun uzmanlarının yer aldığı, örneğin dava ekipleri için provaların yapılacağı duruşma salonlarına sahip modern hukuk büroları olmasın.

ÜSTAD: Teşvik mekanizması, evet.

ŞA: Ha barolarda bu söylediğim teşvik mekanizmaları bakımından süreçleri zorlamak gerekir. Ben bunu büyük bir ofisin ortağı olarak söylüyorum ama bundan daha çok fayda elde edecekler şu anda küçük ofisleri olan meslektaşlarımız neticede.

ÜSTAD: Avukatlık ortaklığıyla ilgili aslında hiç doğru dürüst bir çalışma olmadığını da düşünebiliriz. Şimdi, gençler. Yeni bir nesil, yeniliğe çok hevesliler, mesleki gelişim için çok hevesliler ama yol yordam konusunda çok ciddi sıkıntı çekiyorlar, yani hukuk fakültesinde olan çoğu artık ön staj ve benzeri şeylerde avukatlıkla daha erken tanışıyorlar ama onlar için, fakülteyi bitirmek üzere olan, şu an da staj yapan gençler için ne önerirsiniz?

ŞA: Ne istediklerini iyi anlamaları gerekiyor. Çünkü, ilk başta söyledik, liseden mezun olurken, meslek seçimini yaparken, üniversiteden mezun olduğunuz anda ki muhakemeniz olmuyor. O yüzden, benim çocuklarım o yaşa gelmedi ama başka ebeveynlerin çocuklarından meslek seçiminde eskisi gibi ebeveynlerin baskıcı bir tutumu yok. İlla “şunu olacaksın”, “sınav kağıdını yırtarım” falan filan diyen ebeveynler artık yok. Ama bu biraz da öbür tarafa doğru çekmiş durumda. Biraz gereğinden fazla bağımsızlık veyahut da nedir o, istişareyle hareket edilmiyor kanısındayım.

Bence bu işi yapanların veyahut da bu işle uğraşanların tecrübelerinden çok faydalanmaları lazım. Ben mesela gençlerin yerinde olsam, mesela avukatlıkla ilgili bir düşüncem olsa, acaba mı diye düşünsem, biyografileri okurum. Türkiye’de çok güzel biyografiler var. Değerli meslektaşlarımızdan Av. Mehmet Gün’ün güzel bir kitabı var. Yine duayenlerden Av. Ahmet Kurutluoğlu’nun üç ciltlik bir otobiyografisi var. Onlara bakarım. Çevremde bu işi yapanlarla konuşurum. Mutlaka olumlu ve olumsuz yönlerini söyleyeceklerdir. Belki olumsuz yönüne hiç takılmayıp “ya o benim için önemli değil” deyip devam edeceksiniz.

İkincisi; üniversite yıllarını çok iyi değerlendirmeleri gerekiyor ve orada da neticede dünya karmaşıklaştığı için eğer küçük bir kasabada işte 6-7 avukattan biri olmak gibi planınız yoksa, yavaş yavaş ne tarafa doğru gideceğinizle ilgili bir yön çizmeniz lazım. Bu yönle ilgili, bu akademisyen olabilir, devlette bununla ilgili bir kariyer olabilir, özel sektörde bununla ilgili bir kariyer olabilir. Bunların hepsinin o eğitim döneminde seçtiğinizde gereklilikleri birbirinden farklı. Akademisyen olduğunuzda daha teorik konular vs. ve üniversitelerimiz de bu ihtiyacı görerek çok fazla seçimlikler sunmak istiyorlar. Ben mesela University Of Chicago’ya gittiğimde, bir kitapçık verdiler, 178 tane ders vardı. Ben onlardan 12 tanesini seçtim, yani öyle bir katalog var.

ÜSTAD: Bizim akademi yani buna uyuyor mu sizce şu anda?

ŞA: Bazı üniversiteler bunu görüyorlar, bazıları görecekler, mecburen yani.

ÜSTAD: Çevre hukuku çok popüler bir alan ama çoğu üniversitede doğru dürüst seçmeli ders olarak bile görmüyorlar.

ŞA: Yani üniversiteler arasında da rekabet olacak tabii ki. Yine stajyer arkadaşlarımızda tespit ettiğimiz ve sonradan bizim gidermek durumunda kaldığımız yabancı dili bir kenara bırakıyorum, iyi bir teknoloji okur yazarı olmak durumundalar. İyi bir iletişimci olmak durumundalar. Oralarda yine üniversitelerin bunu tamamlaması söz konusu olabiliyor ama yani üniversite tamamlayamıyorsa bile -buna ilişkin udemy gibi olanaklar var- bir şekilde kendilerini geliştirmeleri gerekiyor. Üçüncüsü de, yaz stajı imkanınız varsa yurtdışında bunu da görmek, deneyimlemek. Bunları yapmak aklıma gelen şeyler.

ÜSTAD: Teknoloji dünyayı değiştiriyor. Hukukun ve mesleğin geleceğini nerede görüyorsunuz önümüzdeki süreçte?

ŞA: Geçen bir arkadaşım bana şeyi sordu, “ChatGPT avukatlığı öldürecek mi?” Teknoloji tarafını da yakından takip ettiğim için öyle bir endişem yok. Çünkü, burada işte bir makinanın bizim burada ilgilendiğimiz uyuşmazlıklarda, bizimki gibi bir ülkede, bizim yerimizi alabilmesinin çok uzağındayız. Bir insan beyninin, onun hakimiyetinin ve hızının çok çok gerisinde bu teknolojiler. Ha, hızlı ilerliyor ama hala onun gerisinde.

Ben bu kanıya şuradan vakıf oldum. Elektrikli araçlara meraklıyım. Hatta, Türkiye’de bu alanda kurulmuş, TEHAD (Türkiye Elektirikli ve Hibrid Araçlar Derneği) diye bir sivil toplum örgütü var, onun da yönetim kurulu üyesiyim. Tesla marka bir elektrikli aracım var. Tesla’nın kendi kendine giden aracıyla ilgili bir sürü şüphe var, yani mühendislerin dünyası ve onun iyimserliğiyle gerçek dünya arasında çok çok büyük uçurumlar var. Bir aracın kendi kendine gitmesinin çok çok gerisindeyiz. Türkiye’yi kenara bırakıyorum, dünyadaki trafik karmaşası ve önümüze çıkabilecek milyonlarca farklı olasılığa karşı onun o olasılıkların her birine ilişkin rasyonel çözüm üretme kapasitesi çok sınırlı.

ÜSTAD: Daha çok dataya ihtiyaç var değil mi?

ŞA: Evet. Ha, hukuk hizmeti bakımından bu kötü müdür? Bence çok iyidir. Hukuk destek hizmetleri bakımından muazzam bir fırsat. Bunu da görüyoruz. İngilizceden bahsettik ve bizim gibi ofislerde yabancı müvekkil sayısı fazla olduğu için çeviri çok önemli bir konuydu. Hatta o gece yarılarına kadar çalışmanın ağırlıklı bir kısmı da çeviri faaliyetinden oluşuyordu. Çeviri işini ofise göndersek üç gün sonra verecek ama biz yarın imzalayacağız. Son bir iki yılda çeviri ihtiyacı çok düştü. Çünkü müvekkil şöyle diyor; “bana bu dilekçenin İngilizcesini gönderin ama çeviri yapmanıza gerek yok, Google Translate’le gönderin, benim için yeterli”. Adam onlardan memnun. Hatta Google Translate bunun en asgarisi. Şimdi başka uzmanlaşmış uygulamalar var, o programlar çok daha iyi yapabiliyorlar çeviriyi.

ÜSTAD: Ki Google Translate de gün gün çok inanılmaz bir şekilde gelişiyor. Üç yıl önceki çevirdiği metinle şu anda ki arasında çok fark var. Sürekli gelişiyor.

ŞA: Dolayısıyla bu güzel bir örnek. Legal Tech bizim mesleğimizi daha etkin hale getirmeye, bir işi dört saatte yapıyorsak iki saate düşürmeye yönelik bize bir sürü imkan getiriyor. Biz de ofis olarak birçok teknolojiyi kullanmaya çalışıyoruz. Yenilerini bulmaya çalışıyoruz.

ÜSTAD: Anladım, söylemek istediğiniz eklemek istediğiniz bir şey var mı?

ŞA: Bayağı bir konuya değinmiş olduk. Zihnimdekileri bir şekilde ortaya çıkarmış oldum. Bir mesaj benim alanımla ilgili veya Türkiye’de hukukun gelişmesiyle ilgili bu hukuk-ekonomi konusu. Benim çok önem verdiğim bir konu. Belki önümüzdeki dönemde buna ilişkin daha yeni oluşumlar içinde yer alarak, gelişmesi için de çaba sarf edeceğim. Genç arkadaşların bu alana yönelmesini tavsiye ederim. Belki sizin derginizde de bu alana yönelik ileride biz veya bizim ekipten arkadaşlar da yazı yayınlayabilirler.

ÜSTAD: Çok seviniriz, biz de hukuk teknolojileri gibi yeni alanlarla ilgili bu tür tartışmaların Türkiye’de de çoğalmasını çok isteriz. Çok teşekkür ederim o zaman.

ŞA: Rica ederim.

 

Öne Çıkarılmış Görsel/İllüstrasyon: Damla KATUK

Benzer Yazılar

gönenç gürkaynak söyleşisi
NIRENGI-DERNEGI-1
Akıllı İlaç Bedellerini Devlet Ödeyecek mi?
Yapay Zekanın Çevresel Etkileri
Kurgusal Karakterlerin Hakları
Dünden Bugüne Çalışma Hayatında Kadın Olmak -1-
Cumhurbaşkanlığı Örgütlenmesi
Çevre Enerji İkileminde Termik Santraller
Bir Avukatın Olağanüstü Mücadelesi
Hukuki Açıdan Marka ve Tescil Süreci
Ekokırım Suçu Gezegene Yasal Kalkan Olabilir mi?
Sıcaklık Artışı ve MS: AİHM'de Çarpıcı İklim Davası
Dünden Bugüne Çalışma Hayatında Kadın Olmak -1-
Türkiye İşçi Hukuku
Danışıklı Alt İşverenlik Uygulamaları
Kolektif Sendika Özgürlüğü; Abdullah Şahin vd Kararı Analizi